30 Aralık, 2010

Şeb-i Arus mu?

nerelerdesin dedi kocaman siyah gözlerini gözlerimin ta içine dikip yaklaşık dört senedir tanıdığım kadın? ıhh ben buradayım diye gevelerken seni bir aydır rüyamda görüyorum, iyi misin diye daha da derine baktı siyah gözlü kadın. iki kitap okudum, senin de hemen okuman lazım dediğinde, her iki kitabı da benim de yeni bitirdiğimi söyleyince konya'ya geliyorsun dedi, itiraz bile edemeden kendimi iki gün sonra konya uçağında buldum. üç gün, ben ve törenler.

din metalaştırılıyor mu sorgulamamı bir tarafa koyup keyfini çıkardım.

benim gözümden bir şehir...

üç yeni yürek...

aklım gündelikteyken, diğer dünya bana neler diyor acaba?

24 Aralık, 2010

Daha iyi bir hayat için edebiyat

Mario Vargas Llosa'nın 2010 Nobel Edebiyat Ödülü törenindeki konuşmasından bölümler

HER ŞEYE KARŞIN YAZMAK 'Zaman zaman yazarlığın, benim ülkem gibi pek az okurun bulunduğu, pek çok insanın yoksul ve cahil olduğu, adaletsizliğin kol gezdiği, kültürün belli bir azınlığın ayrıcalığı olduğu bir ülkede bencilce bir lüks olup olmadığını düşünmüşümdür. Ne ki, böylesi kuşkular yazma tutkumu hiçbir zaman azaltmadı, vaktimin büyük bir bölümünü hayatım kazanmak için çalışmaya ayırmak zorunda olduğum dönemlerde bile hep yazmayı sürdürdüm. Doğru da yaptığıma inanıyorum, çünkü edebiyatın gelişmesi için önce toplumun yüksek kültüre, özgürlüğe, refah ve adalete kavuşması gerekiyor olsaydı, edebiyat hiç olmazdı.

PEK ÇOK HAYATI YAŞAMAK Ama edebiyat sayesinde, edebiyatın biçimlendirdiği bilinçlilik, esinlediği arzular ve özlemler sayesinde, olağanüstü güzellikte bir fanteziye yaptığımız yolculuktan sonra gözümüzün gerçekliğe açılması sayesinde, uygarlık bugün, masalcıların hayatı masallarıyla insancıllaştırmaya başladıkları zamankinden daha az acımasız. Okuduğumuz o iyi kitaplar olmasaydı, şimdikinden daha kötü durumda, daha uzlaşmacı, daha itaatkâr olurduk; ilerlemenin motoru olan eleştirel ruhun esamesi bile okunmazdı. Yazmak gibi, okumak da, hayatın yetersizliklerine karşı bir protestodur. Hayatta eksik olanı roman ve öykülerde ararken, var olan hayatın sonsuza duyduğumuz açlığı 'insanlık durumunun temeli- dindirmediğini ve daha iyi olması gerektiğini düşünürüz. Öyküler ve romanları, yalnızca tek bir hayatımız varken pek çok hayatı yaşayabilmek için yaratırız.

HAYATI YAŞANILIR KILMAK Roman ve öykü olmasaydı, özgürlüğün hayatı yaşanılır kılmadaki öneminin, özgürlüğün bir zorba, bir ideoloji ya da bir dinin ayakları altında çiğnenmesinin hayatı nasıl bir cehenneme çevirdiğinin farkında olamazdık. Edebiyatın bizi yalnızca güzellik ve mutluluk düşlerine daldırmakla kalmadığı, aynı zamanda her türlü baskıya karşı gözümüzü açtığından kuşku duyanlar, yurttaşların davranışlarını beşikten mezara kadar denetim altında tutmaya kararlı tüm rejimlerin edebiyattan niçin bu kadar korktuklarını, onu bastırmak için neden sansür sistemleri kurduklarını ve neden gözlerini bağımsız yazarların üstünden ayırmadıklarını sorsunlar kendilerine.

PUSUDA BEKLEYEN CEHALET Böyle yapmalarının nedeni, hayal gücünün kitaplarda özgürce gezinmesine izin vermenin tehlikesini bilmeleridir; okuyucu kitaplardaki özgürlüğü gerçek dünyada pusuda bekleyen cehalet yandaşlığı ve korkuyla kıyasladığında, romanlar ve öykülerin ne kadar ayartıcı olabileceğini bilmeleridir. Yazarlar, öyküler yazarlarken, isteyerek ya da istemeyerek, bilerek ya da bilmeyerek, bu dünyanın kötü yaratıldığını ve fantezilerle dolu hayatın gündelik, tekdüze hayatımızdan daha zengin olduğunu gözler önüne sererek doyumsuzluğu yayarlar. Bu olgu yurttaşların duyarlık ve bilincinde kök salarsa, onların istenildiği yönlendirilmeleri daha zorlaşır, onları parmaklıklar ardında daha güvenli ve daha iyi bir hayat yaşayacaklarına inandırmak isteyen sorgucular ve zindancıların yalanlarına inanmakta daha isteksiz kılar.

KARDEŞLİK DUYGUSU İyi edebiyat, farklı halklar arasında köprüler kurar ve bize sevinçler, acılar, şaşkınlıklar yaşatarak, bizi ayıran diller, inançlar, alışkanlıklar, âdetler ve önyargılara karşın birleşmemizi sağlar. Büyük beyaz balina Kaptan Ahab'i sulara gömdüğünde, Tokyo'daki, Lima'daki ya da Timbuktu'daki okurların yüreğine aynı korku düşer. Emma Bovary arseniği içtiğinde, Anna Karenina kendini trenin önüne attığında, Julien Sorel idam sehpasının basamaklarını tırmandığında (') Buda'ya, Konfüçyüs'e, İsa'ya ya da Allah'a inanan ya da agnostik olan (') tüm okurların bedeninde aynı ürperti dolaşır. Edebiyat, birbirlerinden çok farklı insanlar arasında bir kardeşlik duygusu uyandırır ve cehalet, ideolojiler, dinler, diller ve ahmaklığın kadınlar ile erkeklerin arasına çektiği sınırları gölgede bırakır.

BAĞNAZLIĞIN BARBARLIĞI Her dönemin kendine özgü dehşeti vardır; öldürerek cennete gideceklerine, masumların kanının ortak aşağılamaları silip götüreceğine, adaletsizlikleri düzelteceğine ve hakikati sahte inançlara dayatacağı inanan bağnazların, intihar teröristlerinin çağıdır. Mutlak hakikate sahip olduklarını sananlar, her gün, dünyanın dört bir yanında sayısız insanı kurban etmektedirler. Totaliter imparatorlukların çöküşünün ardından, birlikte yaşamanın, barışın, çoğulculuğun ve insan haklarının yükselişe geçeceğini ve dünyanın toplu kıyımların, soykırımların, istilaların, imha savaşlarının geride kalacağını sanmıştık. Ama hiç de öyle olmadı. Bağnazlığın kışkırttığı yeni barbarlık biçimleri serpilip boy atıyor; ayrıca, kitle imha silahlarının hızla çoğalması karşısında, dünyayı kurtarmaya kalkışacak bir avuç çılgının bir gün nükleer bir kıyamete yol açabileceği gerçeğini hafife alamayız. Onlara karşı gelmeli ve onları yenilgiye uğratmalıyız. İşledikleri suçların gürültüsü gezegenin bir yanında yankılanmasına ve kışkırttıkları karabasanlar yüreğimize dehşet salmasına karşın, sayıları çok fazla değil. Uzun uygarlık süreci boyunca edinmiş olduğumuz özgürlüğü elimizden almaya çalışanlar karşısında ürküp sinmemeliyiz.

HAYAL ETME HAKKI Siyasal çoğulculuğu, bir arada yaşamayı, hoşgörüyü, insan haklarını, eleştiriye saygıyı, eşitliği, serbest seçimleri, farklı iktidarların birbirini izlemesini, bizi yabanıl bir yaşamdan çekip alarak edebiyatın yarattığı güzel, yetkin yaşama, ancak yaratarak, yazarak ve okuyarak hak edebileceğimiz o yaşama 'hiçbir zaman tam olarak erişemeyecek olsak da- biraz daha yaklaştıran her şeyi yansıtan liberal demokrasiyi, bütün sınırlılıklarına karşın, savunmalıyız. Bağnazların caniliğine karşı çıkarak, hayal etme ve hayallerimizi gerçek kılma hakkımızı savunmalıyız.

OLANAKSIZI OLASI KILMAK Mağaradan gökdelene, sopadan kitle imha silahlarına, tekdüze kabile yaşamından küreselleşme çağına, edebiyatın kurmacaları insan yaşantılarını çoğaltarak, uyuşukluğa kapılmamızı, kendi kendimizi tüketmemizi, teslimiyet bayrağını çekmemizi önlemiştir. (') Edebiyat sayesinde, gerçek yaşamın bize hiçbir zaman vermeyeceği büyük serüvenlerin, yüce tutkuların kahramanları olabiliriz. Edebiyatın yalanları, bizim aracılığımızla, dönüşen okurlar aracılığıyla, bayağı gerçekliği sürekli sorgulayan kurmaca aracılığıyla gerçek olabilir. (') İşte bu yüzden, hayal etmeye, okumaya ve yazmaya devam etmeliyiz; ölümlülüğümüzün ağırlığını hafifletmenin, zamanın aşındırmasını alt etmenin ve olanaksızı olası kılmanın bugüne kadar bulduğumuz en etkili yolu budur.'
Llosa'ya göre 'Bağnazlığın kışkırttığı yeni barbarlık biçimleri serpilip boy atıyor; ayrıca, kitle imha silahlarının hızla çoğalması karşısında, dünyayı kurtarmaya kalkışacak bir avuç çılgının bir gün nükleer bir kıyamete yol açabileceği gerçeğini hafife alamayız. Onlara karşı gelmeli ve onları yenilgiye uğratmalıyız. İşledikleri suçların gürültüsü gezegenin bir yanında yankılanmasına ve kışkırttıkları karabasanlar yüreğimize dehşet salmasına karşın, sayıları çok fazla değil. Uzun uygarlık süreci boyunca edinmiş olduğumuz özgürlüğü elimizden almaya çalışanlar karşısında ürküp sinmemeliyiz.'

16 Aralık, 2010

Yataklar var konuşmak için, öpüşmek için telefon kulübeleri

Cemal Süreyya'nın dizeleri neden beni buldu bilmiyorum. kalabalık bir edebiyat sohbetinde payıma düşen bir dize. dilek kurabiyesinden çıkan daha güzel bir alıntı olabilir miydi?

26 Kasım, 2010

HAYAL Mİ?

''40 yaşımı San Francisco'da kutlamayı istiyordum, geçen sene gittim, başka da hayalim yokmuş'' dedi gencecik kadın serumla bağlı eliyle sarı kıvırcık saçlarını düzeltip, bağlı yatağında kıvrılarak.
çok değil iki ay önce cıvıl cıvıl olan kadını öyle görmemek için hastahaneye gitmeyi ertelemiştim. sanki beni görmese ... sanki görmese ölüme kendini hazırlamayacakmış gibi... çocukça bir düşünce... batıl bir inanç...aptalca bir duygu.. görünce bana son bir veda etmesini istemiyordum belki de.. ama hasta yatağından beni sorunca, dayanamayıp ertesi gün sabahtan soluğu sanki tüm memleketin insanlarının doldurduğu devletimin hastahanesine attım kendimi...
''nerelerdesin?'' diye sormadı bile. nedenini ikimizde çok iyi biliyorduk. sadece var gücüyle bastırmaya çalıştı...''bugün daha iyiyim, hiç ölüme bu kadar yakın hissetmemiştim kendimi. ve doktorun bana hayal kur dediğinde hiç hayalimin olmadığını anladım. nefesim bitiyor. ne düşüneceğimi bilmiyorum. San Francisco resimlerimi gördün mü? tek hayalimdi, orada kırkıma basmak. yaşandı ve bitti. başka da hayalim yok.  bittim...annemin üzülmeyeceğini bilsem, hiç tedavi istemeyeceğim.''
ben susturmaya çalıştıkça, içindeki en son nefese kadar aklındakileri kusuyordu...hayatımı, işleri sormayı ihmal etmeden ''uzun sürmemesi için dua ediyorum.''

24 Kasım, 2010

TABURELİ KADIN

hergün elinde taburesini koyduğu karton bir çanta ile, her seferinde farklı bir şiir kitabı ile görürdüm ellili yaşlardaki kadını. her halinden gezmiş, görmüş, biriktirmiş birinin izlerini anlamam çok uzun sürmedi. karşılaşmalarımızdaki hafifçe selamdan öteye gitmeyen başını mağrur bir şekilde eğmesiyle anlayabildiğim yaşam belirtisi, nefesinden de öteye geçmişti benim için.
itinayla hazırlanıp hergün aynı saatte ... kitaplarıyla nereye gittiğini soramayacak kadar da mesafeliyiz. içimdeki meraklı çocuğu her seferinde susturabilmeye çalışmaktan yorgun düşen yine ben..
o gün her zamankinden daha da özenliydi ahşap tabureli kadın. ve gözlerinden bana anlatacakları olduğunu biliyordum. sessizce yapılmış bir anlaşma gibi. apartmandan birlikte içeri girdik. beni davet bile etmeden daha önce hiç gitmediğim evinin olduğu kata bastı benim bulunduğum katı geçerek. apartmanda ahşap kalmış tek kapıyı çıkarken kilitlemeye zahmet bile etmeden açtı. salonu yine gözüyle işaret ederek mutfağa geçti. ben hissettirmeden salona incelerken elinde gümüş bir tepsinin içinde iki incecik porselen fincan ile çıkageldi.
ne kadar oldu biliyor musun eşim öleli? kafamı hayır anlamında sağa sola salladığımda, eline aldığı kahve fincanına üşürmüşcesine ellerini sararak, gözlerini camdan dışarı bahçedeki yapraklarını dökmüş ağaca sabitleyip, kelimeler tane tane ama bir çırpıda dökülüverdi ağzından..

üniversitede tanıştık, biter bitmez evlendik hiçbir aile baskısı olmadan. çok okur, çok paylaşırdık. herşeyi birlikte yapardık, o benimle mutfaga girer, ben onunla ayakkabılık tamir ederdim. o yoğunlukta çalışırken ilk çocuk, paramızı idare eder durumdaydık. ev mi alsak derken sonraki sene ikinci çocuk. sağlıklıydılar, karı- koca çalışıyorduk. zaten başka bir yol da bilmezdik ki...
çocuklar büyürken ben de her zamankinden daha yorgun ve sinirli oluyordum. ilk çocuğumuz ilkokula başladı, eşim de iş, para, sosyal çevre derken daha az görüşür olduk. ve bir gün damdan düşer gibi  ''aşık oldum'' dedi, ''aynen sana üniversitede olduğum gibi.'' seni çok seviyorum ama aşık değilim. tek söylediğim ''çocuklara anlatmadan önce bir kere daha düşün ve şimdi evden git'' oldu.
evden gitti, cocuklara hemen söyledi, kız assistanıymış zaten. aradan bir sene geçti, haberi geldi, kansermiş. iki ay içinde de öldü. mezarını yaptırdım ve üzerine benimle evlenmeden önce onun bana yazdığı dörtlüğü mezar taşına yazdırdım. SONSUZA KADAR...
ve yalvarıyorum allahım beni de yanına gönder diye..

boğazım düğüm düğüm oldu, konuşamadım bile...kendimi evime zor attım..

Laiklerin Türbanı

saat 15:00 civarı hiç geçmemiştim bebek'ten. toplantım bitti, taksi beklerken namı değer barımızın önünden geçip kapı önündeki masalara yayılmış tüm kadınların sarışın ya da kızılşın olduğunu görmek bana tekrar sevgili Mutlu'nun tarifini hatırlattı.

laiklerin türbanı çakma sarışınlık...

allahım neden bir tornadan çıkmış gibiyiz?

neden esmer derilerimize bakıp bu kendimize yakışır mı diye sormayız?

neden o saç o renk olmadan kendimizi KADIN gibi hissetmeyiz?

''o kafanın içinde fındık kadar beyin var mı?'' diyen erkeklere şimdi hak verilmez mi peki?

ya da türban takanların ''siz de tek tipsiniz aslında'' demelerinde hak yok mu sizce?

Tefe yetmeyecek kıçının derisini davula germe....

uff iyice ağzım bozuldu, nedendir bilinmez, akıma ne gelirse yazdığım için olabilir mi? ya da okuyunca aklıma düşenler..

kredi kayıt bürosu kredi kartı kullanım oranlarını açıklamış. ve ödenemeyen kart borçlarını... rakam verip kafa ütülemeyeceğim, isteyen gider haberi bulur. düşünsenize ahali de para yok ama kart var, para yok ama istek var...

sonra neymiş efendim büyüyormuşuz. gsmh (gayri safi milli hasıla) ne durumda biliyor muyuz?

birileri bana kredi kartı kullanımını anlatır mı lütfen? ya da gerçeği tüm açıklığı ile ilkokul çocuğuna anlatır gibi olsun lütfen...

halk arasında buna ne derler? cevap: bknz başlık)

23 Kasım, 2010

Kurk Mantolu Madonna- Sabahattin Ali


kurk mantolu madonna by sabahattin ali.

bakanlık imaj düzeltmek içün ünlü yazarın kitabının senaryosunu seçiyormuş.

daha iyi bir seçim olur muydu bilmem ama..yazarın ölüm nedeni hala bilinmiyor.
tanıtım yazısını düşünebiliyor musunuz? 

senaryosu XXX kitaptan uyarlanan kitabın yazarın ölüm nedeni hala mechul...

TEKRAR NE ZAMAN GELECEKSİN?

''tekrar ne zaman geleceksin?'' nasıl da masumca sorulmuş bir soru. sorana göre değişen masumlukta. 12 yaşında tırnaklarını dibine kadar yemiş, kupkuru ellerinden utandığı için onları bacaklarının altına sıkı sıkı saklamış, ince dudağının sağ tarafındaki kabuklu sivilceyi alt dudağıyla kapatmaya çalışırken sorduğu soruydu. ruhundan geçenleri anlamama imkan var mı acaba? ya da acısına biraz da olsa ortak olabilmem? ya da ona anne ve babasının seçemeyeceği gerçeğini kulağına fısıldayabilmem...

çocuk esirgemeye her gidişimde, hangisiyle ilgileneyim derken yanıma ilişip tahta banka en rahat koltuğa oturur gibi oturan ve gözleri ile konuşan sıska kız. ben erkeklerle basketbol oynarken çağırıp, ama gelmeyen kız..

yeni gelmiş bu kuruma. ailesi hayatta. tek şikayeti kitap okumak için sessiz bir ortam bulamaması ve okuduğu kitapları tartışacak kimse bulamaması. bu kız şu anda üç kitabı aynı anda okuyor. charlie'nin çikolata fabrikası, kemalettin tuğcu'dan biri (hala ortalıkta var mı?), ve kafka dönüşüm...kafka ...dönüşüm..ben lisede okurken bile çok zorlanmıştım, ilkokulda bir cocuktan bahsediyorum. gregor'un böceğe dönüşmesini karnıma yumruk yemiş gibi hissetmiştim.

cocuklarımın kurumdaki kardeşlerine ihtiyaçlarına, cinsiyetlerine göre tek tek aldıkları, paketledikleri hediyeleri onları rahatsız etmeden dağıtmanın yolunu sorduğum, dönüşüm'ü okuyan kızın giderken sorduğu soru kafamda yankılanıyordu?

''TEKRAR NE ZAMAN GELECEKSİN?''

Hulda ile tanıştım sonunda...

HULDA::::sonunda tanıştım hulda'yla. koç müzesinin yanına demirlemiş, mütevazi, üretkenliğe gebe, yaşanmışlığın mutluluğu üzerinde, istanbul'a varabilmenin huzuruyla, üzerindeki sergilediği beş adet heykele ev sahipliği yaparken beni ağırladı...hayatıma daha doğrusu aklıma girdiğinde ben sadece ''teknede yaşamı'' merak eden, biraz sanata bulaşmış sıradan bir insandım. ne zaman hulda'ya adım attım o zaman İLHAN KOMAN'ı daha iyi anladım...o ne cesaret ..o ne azim...o ne yaratıcılık..

çocukları ile teknede yaşamı göze alacak kadar kara...onları eğitecek kadar kalbi sevgi dolu..
ve sadece akdeniz heykeli ile bilinen sanatçı...lütfen biraz kabuklarınızdan kafalarınızı aynen meraklı bir çocuk gibi çıkarıp, deha olarak adlandırılan bu topraklardan çıkan bir Leonarda da Vinci'yi yakından tanımaya çalışın. bilim ve sanat nasıl ayrılmaz bir bütündür? insan beynininn sınırları nerede başlar, nerede biter? sonsuzluk aslında nerede?
benim favorim ise DERVİŞ adlı tek parça ahşaptan yapılmış, 40 ayağı olan ve eğimli bir zeminde hareket edebilen bir heykel...

22 Kasım, 2010

CENAZE NAMAZININ ARDINDAN


siyaset olmayacak demiştim başlangıçta, ama buna yorumsuz kalamazdım. üçünün de bana başsağlığı dilediği bir ortamda, siyasilerin böyle bir kareye girmesi aslında hayatın acı gerçeklerine karşı (birleştirici mi demeliyim) nasıl bir güç olduğunu tekrar hatırlattı.

zoraki de olsa bir tokalaşma, yüzlerden inmiş birer maske ve taziye...
bu karede olmayan bir doğu kökenli milletvekili, yine bir vali..

ve aklımdaki fotoğraf.. cocukluğumu geçirdiğim şehirdeki tek mezarlıkta, din -mezhep ayrımı olmaksızın bütün cenazelerin aynı mezarlıkta hatta üstüste gömülü olduğu gerçeğini bilerek hayata devam etmek..insanca...

11 Kasım, 2010

YAKINLARINIZIN CENAZELERİ İTİNAYLA..

YAKINLARINIZIN CENAZELERİ İTİNAYLA HAZIRLANIR, MEZARLIKLARINIZIN DÜZENLİ BAKIMI YAPILIR...

beyaz brandanın üzerinde kalın büyük puntolarla yazılı afiş hergün geçtiğim mezarlığın demir parmaklıklarına dört bir yanına çamaşır ipiyle gerdirerek asılmış. ne olur bir daha okuyun baştaki cümleyi..

cep telefonlarınızı yazmayı unutmuşsunuz yaptığınız hizmetin karşılığını almak için. yabancı özentiliğimizin buraya varacağını hiç tahmin etmemiştim. cenaze işleri, baby shower (ben buna önden hediye toplama derim) gibi hayattaki en önemli olayları sözümona kolaylaştırıyorlar.

ruhsuz ben de cep mesaj ile tanımadığım insana İTİNAYLA hizmet vermesi için hizmetinin karşılığını BİP BİP mesajla göndereyim. OLDU. cenazem hazırlansın, defnedilsin, üzerine çiçekler ekilsin, ben de manikürlü ellerimle taziyeleri kabul edeyim. arasırada arsızca biten otlar temizlensin..

ruhu ruhuna değmemiş birisi bunları yapacak...anlamsızca, hissizce, sıradan bir iş yaparcasına...

ruhumuzda giderek bez afişteki tanıtım sloganına dönüyor...

02 Kasım, 2010

Irwin Yalom/ When Nietzche Swept

Kendime aldığım notlardan. Irwin Yalom'un okuduğu  ve bende bağımlılık yapanlardandır.. Nietzche Ağladığında ilk okuduğum romanlarındandır..sonrasında Divan, Aşkın Celladı, Her Gün Biraz Daha Yakın, Bağışlanan Terapi, Ölüm Korkusunu Yenmek, Annem ve Hayatın Anlamı.



Ben yalnızca tek bir şey için görev sözcüğünün söz konusu olabileceğini düşünüyorum; o da özgürlüğümün korunması. Evlilik ve ona eşlik eden mülkiyet ve kıskançlık ruhu tutsak eder. Bunlar bana hakim olmaz.

Yaşamımın bir niçini var, nasılına da tahammül gösterecek güce sahibim.

Gerçeği inanmayarak ve kuşku duyarak yakalayabilirsiniz, böyle çocuksu bir tavırla "keşke öyle olsa" diyerek değil.

Kutsal olan gerçekler değil, kişinin kendi gerçeği için çıktığı arayıştır!

Ölüm güç bir şeydir. Ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır, diye düşünürüm her zaman.

Düşünceler, duygularımız gölgesidir; ama her zaman daha karanlık , daha boş ve daha sade. Şu günlerde kimse ölümcül gerçeklerden ölmüyor, öyle çok panzehiri var ki.

Kibir ruhu kaplayan deridir.

Gerçeğin ne kadarına dayanabilirim.

Size düşen görev kendinizi kabullenmenizdir, benim sizi kabullenmemin yollarını aramak değil.

Yaratıcılık ve keşif acıda saklıdır.

Hayat doğru cevapları olmayan bir sınav.

Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.

Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?

Eğer kimse sizi dinlemiyorsa, bağırmak en doğal şeydir!

Tabii acı çekeceksin, görmenin bedelidir bu. Tabii için korkuyla dolacak, yaşamak demek tehlike içinde olmak demektir. Daha sertleş!

Gerçekten ulu olmak isteyen ağaç fırtınalı hava ister.

Gördüğümüz şeyler görelidir, bildiğimiz şeylerde. Yaşadığımız şeyleri biz icat ederiz. Dolayısıyla icat ettiğimiz şeyi yok edebiliriz.

Chuck Palahniuk /Fight Club, Invisible Monsters


 

We're the middle children of history, man. No purpose or place. We have no Great War. No Great Depression. Our Great War's a spiritual war... our Great Depression is our lives.


It's only after we've lost everything that we're free to do anything.
 

This is why I loved the support groups so much. If people thought you were dying, they gave you their full attention. If this might be the last time they saw you, they really saw you. People listened instead of just waiting for their turn to speak. And when they spoke, they weren't telling you a story. When the two of you talked, you were building something, and afterward you were both different than before.


If you could be God's worst enemy or nothing, which would you choose?



You can't base your life on the past or the present. You have to tell me about your future.


When we don't know who to hate, we hate ourselves.

 

All God does is watch us and kill us when we get boring. We must never, ever be boring.

İBRAHİM ÇALLI'YI KİM İBRAHİM ÇALLI YAPTI ACABA?

2 yılın sonunda talebesini uğurlarken "İyi gidiyorsun İbrahim" demiş Roben Usta, "...ama yetmez, daha da hızlan...
"Ağaç çizme, kendi ağacını resimle; deniz senin denizin, kadın senin kadının; kullandığın her renkte senin tonların olmalı. Bu yolculuk, bitmez tükenmez cesaret ile dev gibi inatlar ister."
"Dünden kalmış ne varsa öğren, bil ve ona saygı duy. Fakat asla onu tekrarlama. Tekrar tembelliktir; cesaret ve iddia eksikliğidir. Alışılmış ne varsa senin düşmanın...
"Şimdi sen bütün yıldız olmuş ressamları çöze anlaya basamak basamak çıkacak, sonunda sen de yorgun ama huzurla uzanıp bir basamak olacaksın. Ardından gelen nesiller seni de çıkmak zorunda kalacak.
"Bu böyledir İbrahim!.. Sakın ola felanın feşmekanın çizdiği boktan hudutları tanıma, kır ve geç, yık ve git. Sanatkârın kanunu kendisidir.
"'Halk beğensin' deme sakın, bırak halkı... Hep önde ve yukarılarda ol. Sen ol yani...
"Bir de parayı düşünme; işi güzel olanı, para arar ve bulur.
"Kimsenin çizmediğini çizecek, kimselerin düşünemediğini düşüneceksin. Kendine has fevkalade orijinal bir rüzgâr, bir karakter yakalayana kadar bin kere kahrolmalı, on bin defa mahvolmalısın. Gün gelmeli, imzan olmasa da 'İşte bu İbrahim'in eseri' diyebilmeliler.
"Her gördüğün resme 'Ben daha mükemmelini yaparım' diye bakacaksın. 'Benden iyisi yok'. Senin ana kanunun bu olmalı.
"Bu konuşan ağzım değil, son 40 yılımdır."

25 Ekim, 2010

CEVİZLİ SUCUK DEĞİL, BANDIRMA

nasıl nefret etmiştim ilk cevizli sucuk lafını duyduğumda. sucuk bana baharatlı bir et parçasını çağrıştırır halbuki. herşeyi herkes anlayacak diye dilin düştüğü duruma bak. satışları artıracağız ya. neymiş efendim cevizli sucuk. halbuki nasıl yapıldığını bilmeyenler, süslü bilmemne pazarından sözüm ona doğal ürünler yiyecek ya, hemen yapıştırır ay bu cevizli sucuk şahane...

torosların tepesinde bir ''dağ evi'' anlayasanız diye, yoksa yayla evi denir ona. oralarda yazları nefes almanın tek yoludur yaylaya çıkmak.

ve yapılan her rutin kışa hazırlıktır aslında. dedemin toroslardaki her sene yaz aylarını orada geçiren tüm aileyi toplaması, büyük şehirlerde yaşayan teyzeler, kuzenler, yeğenler için bulunmaz bir fırsattır. benim içinse evet aileyi görmek, dahası istediğim zaman kalabalığın, sohbetin, hayatın içinde olabilmek dilediğim zaman kitaplarımla bir köşede başbaşa kalabilmek.

sabahları ilk uyanan olmayı yardımcılara bile bırakmayıp, dedemin şarap üretmek için başvurup red cevabı aldığı ispanya'dan getirdiği üzüm fidelerinin gölgelerinde, bağın tüm köşelerini keşfederken birazdan beni arayacaklarını bilip, annemi daha fazla telaşlandırmamak için üstümdekilerin ceplerine doldurabildiğim kadar üzümü doldurururken...hele saklambaç oynarken büyük üzüm sepetlerine girmek ve üzerini asma yaprakları ile örtmek...susadığım zaman ise yemeğe ekşi olarak kullanılan koruklar benim cansuyumdu.

buradan o altın sarısı renkleri anlatabilir miyim bilmiyorum ama deneyeceğim yine de..adına neden bandırma denildiğini de anlatabilmek için. o üzümler nasıl kaynatılıyor?  önceden kalaylanan bakır kazanın içinde, odun ateşinde, annemle yaşıt olan büyük ceviz ağacının altındaki ön bahçede, sadece üzümü karıştırmak için kullanılan büyük ötesi tahta şimşir kaşık ile karıştırılan caaaanım üzümler..küçüklere toplatılan sapan yapılası küçük dal parçaları alınıp, önceden ayıklanmış  ve yakılarak mikrobu öldürülen yorgan iğnesi yardımıyla ipe geçirilen tüm cevizler, evin emektarı ayşe hanım tarafından birer birer kaynayan kazanlara BANDIRILMASIYLA gözümün önünden ömrüm boyunca gitmeyecek, sırasıyla yüksek dallara gerilen kalın iplere asılıp kurumasını bekleyen görüntüler..eritilen altını hiç gördünüz mü, cam imalatında devasa kazanın içinde kumun nasıl cama dönüştüğünü, peki güneşin tam batarken ki turunculuğunu ve içinden görünen cevizin naifliğini..ve benim ne yaptığımı tabii ki tahmin edemezsiniz..onlarca bandırmanın altından damlayan güneş parçacıklarını gözümü kapatıp ağzıma hepsinden isabet etmesini beklemek..arı toplayan bal misali..ve kulaklarımda seslerle birlikte kızım ağzın yanacak..

hepsinin ortasından kendime kadran yapıp, o dağların tepesinden ufka doğru her bakışımda hayatımın nasıl olacağını düşünmek..

aslında bilemezdim ki, çok sonraları aynı kadrandan geriye bakıp bu ANları tekrar hatırlamak istediğimi...

14 Ekim, 2010

TRENLE İLK SEYAHATİM

oğlumun anası karım ile tren ile ilk seyahatimiz. tatlı dilli meleğim, oğlumuz da çok sevecek hadi diyerek kız çocuk edasından çıkmayarak tacizkar tavrıyla, cevapsız kalmam evet demekmiş gibi, cuma günü iş çıkışı herşeyi ayarlamış, on sene önce açtığımız reklam ajansının kapısına dayanmıştı. nasıl anlamazdı  trene binmek istemediğimi. ama kaçış yok işte. hızla giden bu uçakvari, uzay mekiği araç bildiğim bütün trenlerden farklı her yönüyle. emektar TDDY'nın yemekli vagonundaki arnavut ciğeri ve patates kızartmasının tadını unutabilmem mümkün mü? rakı kokusunu, bembeyaz kolalı gömlekli garsonların nazik servisiyle, rahatsız etmeyen bir münir nurettin'in ''beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın''ı unutabilmem mümkün mü? elime geçen çamlıca gazozun genlemiş raylarda sözüm ona giden trenin her tümsekte zıplamasıyla elimden fırlamasını unutabilmem mümkün mü? vagona taş atmak için oracıkta konuşlanmış haylaz çocukların taşları vagona isabet ettirince yüzlerindeki ifadeyi unutabilmem mümkün mü?

oğlumun beyaz ayısına sarılıp uyumasıyla etrafı seyre koyuldum. canım karım kompartmanın bize ait olması rahatlığıyla kucağıma kafasını koymuş, yavru bir kedi gibi korumasız, sevgiye aç, her an okşanası tavrıyla gözlerime bakıp, mırıl mırıl büyükannesinden duyduğu bir ninniyi söylerken  birden susup soluk alıp vermesinden uykuya daldığını anladığım anda beynimdeki kareler daha da canlandı.

oğlumun olduğu yaştaydım. ALTI. okuma yazma öğrendiği saklayarak kendime sakladıklarımı bugün bile hatırlamak istemiyorum. zaten nice sonraları annem itiraf etti. yaşadığımız şehirde ticaret ile uğraşan kalburüstü bağnazların yakışıklı oğlu göçmenliğin tüm güzelliğini toplayan annemin peşinde koşarken, annem bana hamile kalmış, hamile kalmış. zorla evlendirilmişler birbirlerini doğrudüzgün tanımadan. doğmamla babamı evde göremez olmuş annem. bir sene içinde de azıcık bir nafaka ile annesinin evine dönmüş annem. işte oğlumun olduğu yaşlarda bir haftasonu annem bayramlıklarımı giydirip sana anıtkabir'i gezdireceğim deyip trene bindirdi. kuzininde kalacağımızı söyleyip, el çantasından çıkardığı gazete kağıdından anlamadığımı sandığı eş arayanlar sayfasından, önceden daire içine aldığı isimleri gözden geçirirken, kendini izliyor muyum diye bana da bakmaktan geri kalmadı. anlamamazlıktan gelip elimdeki çizgi romana bakar gibi yapınca annemin huzursuzluğunu giderecekmişim gibi gelmişti.

tren istasyona yaklaştığını bildiren sesle annem daha da heyecanla makyajını tazeledi. bana da kuzinin bir arkadaşı bizi alıp eve bırakacak dedi.

trenden indik, kahverengi palto ve aynı renk fötr şapka takan adam annemi görünce hafiften gülümseyerek yaklaştı. içimdeki çocuk bu gazetedeki kaçıncı daire diye düşünüp, için için annemi bu erkeklere bırakmayacağıma dair ant içmiştim.

oğlum trenin yavaşlamasıyla uyanınca beynimdeki filmin mecburen pause tuşuna bastım. onun merakla bakarak neredeyiz soruları ile stop tuşuna basmakta gecikmedim. umarım filmi yerinden çıkarıp paramparça edip, o vagondan hayali de olsa uzaklara  var gücümle atışımı oğluma birgün anlatmak zorunda kalmam.

12 Ekim, 2010

KOKUYLA KAZINANLAR

en çok sevdiğim koku nergis kokusu. sonra kızarmış ekmek kokusu. sonra deniz kokusu.
mutluluk verirler bana..
yaşadığını anlarım.
kötü kokuları bastırır.
beynime kazınmış kokuları. istesem de çıkaramadığım kokuları.
ta ki ta ki çocuk kokusunu anlayana kadar..
kaç çocuk doğurmam lazım beynime kazınmış kokuları silmek için, kaç çocuk?

etrafta beni tedirgin eden bir şey var. ne bu?  annem ağlayarak çıktı odadan. babam da ardından…evdeki huzursuzluk herkesin üzerine çökmüş…ne bu işkence? yerdeki ne? annem ile babamın odasında buldum kendimi.. karanlık güneşlikler çekilmiş loş bir oda..zaman zaman kapılarını kapattıkları odanın kapısı yine kapalı..odaya girdim.. neden girdim odaya bilmiyorum.. birşey çekti beni oraya.. sessizlik, bana gel diyen uzaktan bir ses…yerde taş zeminin üzerinde hırsla yırtılmış bir gazete kağıdı.. üstündeki ne? anlamıyorum çok karanlık…gri kahverengi, katı..yere eğildim görmek istemiyorum aslında..görmek zorundayım…beni çağıranın o olduğunu biliyorum artık… o günkü bağrış sonrası annemin sessiz ağlamasının nedeninin o olduğunu biliyorum…
anne neden katlanıyorsun? neden bunlara boyun eğiyorsun? neden? neden? herşeyi sineye çekmek zorunda mısın? sormuştum sana bir kere neden neden diye? aldığım cevap beni kadın olmamdan utandırmıştı. başka ne yapabilirim? çaresizlik iliklerine işlemişti.. korkuyordu.. akıl danışabileceği kimse yoktu…
kahverengi katı madde..ne olur düşündüğüm şey olmasın.. onu oraya koyanın kim olduğunu biliyorum..ne olur olmasın. kaybolsun.. rüya olsun… bunu olamayacağını artık çok iyi biliyorum.. nefes, nefes alamıyorum..sıkışıyor kalbim…ruh gibi gidip kalın perdeleri bir çırpıda açıyorum.. evet evet.. yerdeki kahverengi şey dışkı..evet insan dışkısı...ne işi var yatak odasında…baba bunu da mı yaptın sonunda..bu kadar dolaylı mı anlatılır ya da sana göre direk…baba demeye utanıyorum..böyle birisi babam olamaz benim.. sana ne yaptırıyor bunu..eziyet çektirmek mi? kime? anneme mi?
renk, koku, görüntü birbirine girdi..oda etrafımda dönüyor.. onu yerden hemen almalıyım.. başkası bu rezilliği görmemeli..balkon kapısını açıyorum..odaya iyot kokusu doluyor..iyi ki deniz var..her şeyi emen çeken görüntüleri, sesleri, kokuları içine bıraktığım deniz..
tırnaklarımla kazıyorum yerdeki kırıntıları..ve bunu kendimin yaşamayacağına söz vererek..
ve sonrasında kimse hiç kimse bir şey konuşmuyor…aile birliği devam edecek ya..kimse sormuyor bana neden yemek yiyemiyorsun diye…ağzıma attığım ekmek, içtiğim suyu bile anında çıkarıyorum...aslında çıkarmak istediklerim başka..beynimdeki sesleri, görüntüleri, kokuları da kusmak istiyorum..yeni doğmuş bebek gibi…
ve kimse sormuyor bir haftada iğne ipliğe dönmemin nedenini…

KISIR

kısır nasıl yapılır diye sordu bir arkadaşım? nasıl mı? hiç düşünmemiştim? ölçüleri nasıl veririm ki? yaş ilerledikçe ben de ailemin diğer kadınları gibi göz kararı deyimine daha da alışıyorum. renginin, tadının, görüntüsünün beni mutlu etmesi yeterli göz kararı için. hayatı da göz kararı algılasak...mutluysam gerisi boş...

ben kısır tarifi verecektim..

kısırı kaşıkla yapmaya çalışan modern kadın taktiği, çocuk ta yaparım kariyer de hesabı olmaz, olmaz, O-L-A-M-A-Z...manikürlü ellerim bozulacak diye kaşıkla karıştırmak, ameliyat eldivenlerini takıp pudralı plastik tadının geçmesiyle sözde temizlik...

elle yapacaksın, hissedeceksin elinin altındakini, ne zaman yumuşayacağını bileceksin bulgurun..


  • yeteri kadar köftelik bulgur
  • yeteri kadar domates salça
  • yeteri kadar biber salça
  • yeteri kadar ince kıyılmış yeşil soğan
  • yeteri kadar taze nane
  • yeteri kadar maydanoz
  • yeteri kadar tuz
  • yeteri kadar pul kırmızı biber
  • yeteri kadar kimyon
  • yeteri kadar nar ekşisi
  • yeteri kadar zeytinyağı

yeteri kadarla yetinmeyenler, bunun hazır bir tarifi olmayacağını artık bilenlerdir. bu malzemeler her yerde bulunur. ama benim kısırım hiçbir yerde bulunmaz...

11 Ekim, 2010

PATATES KAÇA?

kendimle başbaşa kalmayalı ne kadar olmuş.ya da çanta almadan dışarı çıkmayalı. aynı şehirde olsam bile sırtımda bir çanta, anahtarlar, anahtarlar, anahtarlar.

evin anahtarı, arabamın anahtarı, ofisteki odamın anahtarı, çekmecemin anahtarı..ne kadar çok kilit altına alıyoruz hayatlarımızı?

üzerimde sadece 20 tl ve yüklü bir akbille aklımın estiği yere gidebilme lüksünü kendime çok görmedim. cep telefonumu da almadım yanıma. kalabalıklar içinde kaybolmak, biraz daha düşünmek, başkalarının beyinlerinin içlerine girebilmek, gündelik-rutin akıştaki olağanlığı sezebilmek.

hedefim bile yoktu evden çıkarken nereye gideceğim konusunda. beyoğlu olabilir mi derken taksim meydanında buldum kendimi.

filmlerimin azaldığını hatırlayıp, ilkokul mezunu, esmer, yaşını tahmin edemediğim, sol gözünün alt çeperindeki beni ile herzaman giydiği lacivert blazer ceketiyle, okuduğu Bel de jeur'un yönetmeni Luis Bulunel'in kitabından gözlerini ayırıp, beni gördüğünü sevinen kocaman gözleriyle, kebapçılıktan sinema sevdasıyla sattığı filmler arasında kaybolmayı seçmiş İrfan'ın yerinde buldum kendimi. türkçeyi bile zor konuşan adam on yaşındaki yeğeninin tozları almasına izin verip sesini kısar mısın müziğin derken, bana kahveyi nasıl içtiğimi sordu. taşındığı yere gelmemden duyduğu sevinçle, eski mal sahibiyle anlaşamadığı için ayrıldığı, buraya yeni geldiğini, daha ferah olduğunu, ama raflarının tamamlanmadığını bir nefeste anlattı.parmağına geçirdiği tepsi üzerinde mavi desenli beyaz fincanlı kahvelerle gelen kaytan bıyıklı delikanlı, bana kaçak bir bakış fırlatmasıyla, onu beyninin fesatlıklarıyla başbaşa bırakıp tekrar filmlere döndüm. ne öneriyorsun irfan diye sormamla artık önermiyorum, hele de kadınlara hiç derken mahçubiyetini anlamamla beni o kefeye koymadığını yüzüne bakınca anladım. bak sana antichrist'i, dog teeth'i önerdim, senden başka da bu filmleri seven kadın çıkmadı derken aynı düzlemde konuşabilmemizin huzuruyla bir daha ki sefere beni kebapçıya yemeğe götürme sözü alarak, poşetimi doldurduğum cd'lerin arasına defalarca okunmuş yönetmen kitapları serisinden bir kitabı poşete koyuverdi.

dik merdivenlerden inerken, genzimi yakan kesif sidik kokusuyla, kolay bulduk burayı diyen genç bir çift bana yol verince, hızlıca kendimi handan dışarı attım.

kalabalığın içindeki uğultu, Chomsky'nin destek verdiği küresel ısınma yürüyüşüne verdiği destekle bölünürken, kışın artık geldiğini hatırlatan kestane kokularının arasında, ekmek parası uğruna toprağını, evini, çocuklarını bırakıp gelmiş çiftin mızıkasından çıkan sesleri ile tam bir cümbüşün içine düşmüştüm. biraz anladığımı varsaydığım para işlerinden bu kadar çok ocakbaşının hala nasıl aynı yerde durabildiğine şaşkınlığımla, gay bir orkestra şefi arkadaşımın geçen sene kolumdan yakalayıp götürdüğü farklı dekorasyonlu minik barın önünden seyirtip yan sokaklardan birine daldım.

yokuş yukarı çıkarken sarı bir plastik top ayağıma kadar geldi, kalbiyle gülen 6-7 yaşlarındaki çekik gözlü erkek çocuğu, tek başına ailesinin sadece evin önünde oynamasına izin verdiği topuyla oynamaya çalışırken
topu geri atmama şaşırıp, annesinin patatesçiyi yakalasana hasan diyen tiz sesiyle bağırmasıyla gözlerini benden ayırdı. adını öğrenmemden duyduğu sevinç ile annesinden yabancı bir kadınla konuşma öğütlerini hatırlaması arasındaki gel gitinde boğuşurken adımı söylememle irkildi. sormadığım soruma mehçubiyetle annem beni bekliyor cevabından, patatesçinin bahane olduğunu anladım. kaça patates diyerek yine kendini hatırlattı üçüncü kattaki kadın. adamın kilo bir demesiyle, mutfak bütçesinden arttırdığı parayla kendine alacağı bir altın bilezik hayalinin ne zaman gerçekleşeceğini bilemeyerek altın mı satıyorsun cevabına tecrübeli satıcının cevabı gecikmedi. 2 lira desem ne sen alırsın ne de ben satabilirim. tamam tamam diye boşvermiş bir şekilde 2 kilo ver, çürüklerini koyma ama deyişiyle satıcının tartının metal tasına koyduğu patatesleri seçerken, hergün bunlar gibi kaç tanesiyle karşılaşıyorum ifadesi yüzündeki bilgiçlikten okunuyordu.

köprüden geçerken sadece denizi görmek için kitaptan kafamı kaldırdım. beynimdeki konuşmaların sesi biraz azalmıştı.

08 Ekim, 2010

MUTFAK

ne zaman öğrendim ben yemek yapmayı? bilmiyorum. hep biliyormuşum gibi geliyor. kimseden tarif aldığımı da hatırlamam.merak ettiklerimin hepsi kitaplardaydı, sonra da internette. kimseye ihtiyacın yok kızım senin. aklın var, tercihlerini yapabilirsin.
annemle sohbet ederdim mutfakta. okulda ne öğrendin bugün? bla bla blaa...kızım bir tane soğan soyar mısın? arkadaşların neler yapıyor? bla bla.. eti bir karıştırıver evladım. en son okuduğun kitabın yazarının bir önceki kitabını ben de okumuştum. bitirince haber ver de farklılık var mı konuşalım. tamam anne. maydonozu ayıklar mısın? bu dinlediğin müziğin türü ne? bla bla..dün seyrettiğimiz o filmde sana garip gelen birşey var mıydı? o çocuk sence neden öyle davrandı kız arkadaşına? bla, bla, bla. salataya istediğin bir sos hazırlar mısın?
bir bakarım ki yemek pişmiş, sofra hazır, biz sohbete devam ediyoruz.
sonradan öğrendim on the job training diyor gavurlar buna.
annemin doğaçlama yaptığı yaşam alanımız olan mutfakta geçerdi tüm sohbetlerimiz.
neyi nasıl yapmam gerektiği hiç söylemedi ki zaten. sen kendin için en iyisini bilirsin derdi. yemeği yaparken ben bunu böyle yapıyorum, sen farklı denemek istersen buyur mutfak senin.
o yüzden ilk hangi yemeği yaptığımı hiç hatırlayamıyorum...

AYÇEKİRDEĞİ

çıt çıt çıt çıt... nasılsın? iyiyim. neler yaptın bugün? hiiiççç. çıt çıt çıt çıt.. çıt çıt çıt.

ne kadar çok severdim ben ayçekirdeğini. çocukluk anılarımın, kızkıza dedikodularımın, sokaktaki duvarüstü muhabbetlerimin, kayaların üstünde denizi seyrettiğim, ailecek akşam sohbetlerimin ayrılmaz bir parçası idi. insan büyüyünce konuşmadığı gibi çekirdekte mi yememeli ?

ne zaman bu hale geldi? konuşmaktan zevk alamadığım zamanlar mı? dipdibe oturup hiçbir şey konuşmadığımız zaman mı? ya da nothing game oyunu oynadığımız zamanlar mı? ne zaman başladı bilmiyorum..

çıt çıt çıt çıt. çay içer misin? hıı ne dedin? çay içer misin kendime alacağım da? yok istemem.

müzik açsaydım. istediğin bir tür var mı? yok
çalayım mı? farketmez.
çalmayayım mı? nasıl istersen.

heyyooooo. kafan nerede allah aşkına?

burdayım ya. çıt çıt çıt.

peki bana müsade.kitap okumaya gidiyorum, sana iyi geceler.

ayçekirdeğin ve neyle dolu olduğunu bilmediğim kafanla seni başbaşa bırakayım....

07 Ekim, 2010

DOĞMALI MIYDIM?

ımm. etrafım suyla çevrili. nerden düştüm buraya ben? kimse bana sormadı buraya gelmek istiyor musun diye? ne garip bir uğultu bu böyle. ne güzel de yüzülüyor burada. çok eğlenceliymiş. takla atabiliyorum, sağa sola dönebiliyorum. ters takla atmayı deneyeceğim şimdi. bu da ne? bir şey dolandı boynuma. beni besleyen yemek kordonu şimdi beni boğmaya çalışıyor. bir dakika geri hareket yapacağım hopp kordon boynumda çıktı. off rahatladım. biraz sakin durayım şimdilik. hey bir ses ne kadar melodik. kadın sesi. ama bu ses dışarıdan geliyor. benim suyumdan değil. acaba haberi var mı benden? beni istiyor muydu? ne kadar kalacağım ben burada daha? babam kim acaba çok merak ettim.
hey ne güzel bir besin bu. şimdi daha da mutlu oldum. ne yedi acaba? sesi de çok keyifli geliyor. belli daha benden haberi yok. ona şimdi haber göndereceğim. ama ben dışarı çıkmak isteyip istemediğimi bilmiyorum. o anneyi babayı isteyip istemediğimi bilmiyorum. kardeşlerim var mı acaba? uff ne zor bu böyle. annem çok istekli ama o da benim nasıl olduğumu bilmiyor. biraz daha düşüneceğim. acaba ona zarar vermeden nasıl geri dönebilirim?
buldum, buldum . yerimi değiştireceğim. büyümem gereken yerde olmayacağım. evet doğmak istemiyorum, büyümek istemiyorum. o anneyi babayı istemiyorum. geldiğim yere dönmek istiyorum.
biraz ilerde karanlık bir bölge var. neresi acaba orası? ama gitmemem gereken bir yer gibi duruyor. tamam uff ne zormuş daracıkta bir yer, şimdi bir gayretle balıklama atlayacağım oraya. hopp beni başka biri çağırmaz artık umarım. ama kadına zarar vermedim umarım.
bakalım neler yapmışım..

kadın birden iki büklüm oldu. sabahın körü daha. işe gitmek için hazırlanıyordu tam o sırada. tuvalete gitti. kıpkırmızı işiyor. sesinden çok acı çektiği belli. eşine sesleniyor. ne oldu sabah sabah? hemen hemen beni acile götür. karnımdan çıkmak isteyen birşey var. hey bu sadece çiş değil. kanama ölesiye bir kanama. ped işe yaramayacak. banyo havlusuna sarılıyor. ama yürüyemiyor. eşi kucakladığı gibi hastahaneye.
salak doktor anlamadı daha. panikte. sabah sabahta nerden çıktı bu şimdi diye düşünüyor. hamile misin diye sordular. cevap hayır, tedavi sürecinde. kan tahlili, serum bağlamaca. evet şimdi haberleri oldu benden. şimdi de yerimi öğrensinler bakalım. ultrason da işe yaramayacak. ne beyinsiz bu doktor. sonunda kadının jinekoloğunu aramak akıllarına geldi. o gelip görecek kadını. yönlendirdi. benden bir parça almayı deneyecekler. herhalde başarılı oldum. tüpün birine girmişim. kadını zehirlemeye başlamışım. umarım kadına zarar vermemişimdir. kadını uyutmadan parça alıyorlar. hangi devir bu? sene kaç? birisi özel hastahane diyor. uff kadın çok acı çekiyor. canlı canlıyım, kadın cıyak cıyak. acil inliyor.
sonunda aldılar bir parçacık. kadın da nefes alabildi. ama çok kan kaybediyor. benden kurtulmazlarsa kadın da benim yanıma gelecek. neyse kendi doktoru benden kurtaracak. gürül gürül sesiyle hastahaneyi inletiyor. ameliyathaneyi hazırlayın, kadını kaybetmek üzereyiz...

KORKUYORUM

kendimden korkuyorum, hissettiklerimden korkuyorum, insanların söylemediklerini anlamaktan korkuyorum.

sabaha karşı..saat üç..çalar saatin zilinin çalmasına daha dört saat var..niye uyandım ben? ne dürttü beni? biri beni çağırıyor? kim o?
iş yerinde çok keyifli bir gün geçirdim. çıkışta bir saat yüzdüm, eve geldim. annemle telefonla konuştum. çok hafif atıştırdım. kitabımı elime alıp herzamanki saatte uzanmıştım.
sonra dalmışım.
tek başıma yaşadığım evde yalnız bir gece..
pancurlar kapalı..
yağmurun sesini uzaktan uluyan köpek sesleri ile karışık duyuyorum.
bu saatte kimse de aranmaz ki.
bir şey oldu.biliyorum. biri beni yardıma çağrıyor. kim? kim beni çağırıyor?
kalktım, evin içinde deliler gibi dolanıyorum.
televizyonu açtım.bakıyorum görmüyorum.
saat geçmek bilmiyor.
ezan sesini duymak hiç bu kadar sevindirmemişti beni. saat ilerliyordu demek ki.
duşa girdim. sıcak akan suyun altında bir müzik mırıldanmaya çalıştım. neden aklıma birşey gelmiyor?
çıktım. radyoda çalan müziğe kulak kabarttım.
''ı will always love u'' uff ne bayık şarkı bu. insanlar neden böyle şarkılar yapar? söylemek için vakit harcar. benim gibilerin küfretmesi için mi?
sonunda çalar saat çaldı. üzerime forma ettiğim siyah pantolonumla, temizlikçi kadının son ütülediği bir gömleği geçiriverdim. arabaya bindim, en çabuk nasıl geçerim karşıya diye düşünmeye başladım. radyoda da haber yok. vıdı vıdı, başbakan vıdı , muhalefet parti vıdı, sonuç yok..
ofiste kimsecikler yok, güvenliğe açtırdım kapıyı. bir önceki günden kalan işlerimi tamamlamaya çalışıyorum. ama hiç bir şey anlamıyorum okuduklarımdan.
birer ikişer gelmeye başlıyor insanlar. erken gelmeme alışkın olsalarda, suratımı görenler soru sormaya bile cesaret edemeden şaşkın şaşkın bakıyorlar.
sonunda mesai saati başladı. oyalanmaya çalışıyorum. annemi arıyorum. telefon çalıyor. hadi anne aç telefonu nerdesin? zırr, zırr, zırr, zırr ..hadi anne..nerdesin? ve açılıyor. ama açan annem değil, annemin yardımcısı. nasılsın diyorum ama sormak istediğim başka. annem, babam nerede? cevap yok. nerdeler zeliha teyze diye bağırıyorum. kızım sakin ol diyor ahizenin diğer ucundaki. ben geldiğimde evde yoklardı, anahtarla içeri girdim. neden bu kadar telaşlısın diyor? ben telefonu suratına kapatıyorum. neden istanbul'da yaşıyorum ki? kimi aramalıyım? etrafımda hafiften bir kalabalık. asistanım sesleniyor. siz telefondayken biri aradı, kapattım ama acilmiş dedi.evet işte haber geliyor. kim olduğunu bile sormadan bağla diyorum..biliyorum artık. ağabeyiniz hatta diyor. telefonu kulağıma götürmek istemiyorum ..duymak istemiyorum..sanki elime almazsam telefonu haberim olmayacak gibi ya da olanları değiştirecekmişim gibi.. sakin olmaya çalışan sesini sanki anlamayacakmışım gibi bana sıradan cümleler sarfediyor..hiçbirini duymuyorum..çabuk söyle diye bağırıyorum..KİME NE OLDU? sessizlik..hayır daha bir ölüme hazır değilim..lütfen olmasın..onlara en son sevdiğimi ne zaman söylemiştim? ya çok özlediğimi? hani daha birlikte annem, babam, ağabeyim, kızkardeşim tatile gidecektik? abimin de düğün hazırlıkları başlamıştı..hayır ..
kızkardeşimiz diyor...gerisini duymuyorum..duyamıyorum ..çok gençti ..hayır..çok gençti..üniversitede başka şehirdeydi..ne oldu ona? dur tamam hastahanede..otobüs kazası geçirmiş..ben gece onu aldım, buradaki hastahaneye getirdim..seni görmek istiyor diyor..kaza saat 3'te olmuş diyor..ve midem bulanarak yere yığılıyorum..

1+1= 2 GERÇEK Mİ?

Ne olur bana 1+1 toplamının ne ettiğini değil, ne etmediğini anlatır mısınız?

Gerçek ile rüyanın, mantık ile hayalin, söylenen ile söylenmeyenin birlikte yoğrulduğu tüm önerilerinizi bekliyorum..

Hadi beni besleyin..

05 Ekim, 2010

KANIN GÖTÜRDÜKLERİ


cam kırılma sesleri, bir bağırtı, uyanamıyorum..gözkapaklarım açılmıyor..başım dönüyor, kalkmak istiyorum..odamın kapısını açıyorum annem yerde, kan gölünün ortasında, elinde yırtık bir bez kanı temizlemeye çalışıyor..sigara kokusu geliyor..kimden ..görmüyorum..annem çocuk gibi bir şarkı mırıldanıyor..kanlı bezi alıyor yüzüne sürüyor..benim yüzümden deyişini hatırlıyorum..sadece benim yüzümden..o an anlıyorum kanayan annem değil..ağabeyim…ayakta ..boş gözlerle etrafa bakıyor..sağ eli kandan görünmüyor…kanın böyle fışkırabileceğini bilmiyordum..elinden yüzüne kayıyor soran gözlerim..sakin ol diyor bana gözleriyle..bana bir şey olmaz..ve yine gözleriyle annemi işaret ediyor..onu sakinleştir diyor sözsüz ..ona dönüyorum yine sözsüz sen diyorum..beni boşver annem diyor..anlamaya çalışıyorum…anlayamıyorum..neden? nasıl? kim yaptı? bilmiyorum..havlu diye bağırıyorum avazım çıktığı kadar..kardeşimin elime tutuşturup soran gözlerle ne yapacağımı bilmeden aldığım havluyu ağabeyimin bileğine sarıyorum..sendeliyor.. düşme sakın taşıyamam diyorum.. gözkapağını kapatıp açıyor..lütfen lütfen..yardım et diyorum..asansöre kadar sürüklüyorum...her taraf kan içinde asansör kabini..taxi taxi bulmak zorundayım..bağırıyorum...yoldan geçen bir taxi duruyor..içine taşıyoruz o genç kaslı bedeni..ne olur  dayan diyorum.. hiç konuşmuyoruz taxi şöförüyle…hızlı gidiyor.. çok hızlı ..kendi canı pahasına …acilin kapısını görüyorum gözüm kararıyor. ağabeyim kendinde değil ..duruyor taxi..bağrışlar…acilin içine taşıyorlar..taxi şöförü bana bakıyor orta yaşlı bir adam ..yüzündeki acımayı, merhameti unutamam..para diyorum..almamışım aceleyle..kızım ne parası diyor.. ağabeyin iyileşsin sonra bana bir çay ısmarlarsınız diyor…bakıyorum suratına minnetle....seni yalnız bırakmayayım..gel bir tuzlu ayran içelim ..acildeki doktor yanıma geldiğinde nasıl diyorum..iyi kurtulacak..çok güçlü bir bünyesi var..çok kan kaybetmiş..belki kan vermek gerekecek diyor..annem aklıma geliyor..şöför ağabeyimi doktora sana emanet diyor..ve beni hiç sormadan eve götürüyor aynı hızla..annem diyorum..yaşlar süzülürken ..kendinde değildi diye mırıldanıyorum..yukarı çıkıyorum..kardeşim başında elinde peraja kolonya bileklerini ovuyor..sigara kokusunu yine duyuyorum..salonda ..babam ..hiçbir şey olmamış gibi sigara içmeye devam ediyor…ona bakmakla yetiniyorum..kardeşim yanıma geliyor. bozuk plak gibi abim abim diyor…iyileşecek diyorum ..anlatmaya başlıyor...

The night is still young


I`m young enough to see the passionate boy that I used to be
But I`m old enough to say I got a good look at the other side
I know we got to work real hard, maybe even for the rest of our lives
But right now I just want to take what I can get tonight

While the night is still young
I want to keep making love to you
While the night is still young

I`d like to settle down, get married
And maybe have a child someday
I can see a time coming when
I`m gonna throw my suitcase out
No more separations
Where you have to say goodnight to a telephone
Baby I`ve decided that ain`t what this life is all about

While the night is still young
There`ll never be a lovely view

While the night is still young
I want to try to make the world brand new
While the night is still young

Rock and Roll music was the only thing I ever gave a damn about
There was something that was missing but I never used to wonder why
Now I know youre the one I need to make things right again
And I may lose the battle but youre giving me the will to try

While the night is still young
There`ll never be a long lovely view

Because the night is still young
I`ve got a lot of catching up I`ve got to do
While the night is still young
While the night is still young

While the night is still young
I want to try to make the world brand new

While the night is still young
I want to keep making love to you
While the night is still young
While the night is still young
The night is still young ?????
While the night is still young
I`ve got a lot of catching up to do
While the night is still young
Hold on, hold on, hold on
While the night is still young

TED-Elif Şafak

Elif Şafak bu kadar medyatik olmazdan önce radarıma girenlerdendi. Neler yazmış acaba diye içimdeki ''meraklı'' çocuğumun merakını gidermeye yönelik çabalarımdan hakkını almıştı. Siyah Süt hariç hepsindeki üslübu, kurgusu, farklılığı, beynin çalışma biçimini beğenmişimdir.

Bloğa taşıma nedenim ise bambaşka aslında. İki senedir takip ettiğim TED ( technology, entertainment, design) sayfasında karşıma bir Türk'ün çıkmasıydı.

Gerçekten gurur duydum. Kendini, yaşadıklarını, bu ülkede kadın bir yazar olmayı içtenlikle ve rahatlıkla paylaştığı için.

Bu memlekette yazabilenlerin konuşamadığını, konuşabilenlerin yazamadığı gerçeğini kabul edip, bu sıradışı konuşmayı keyifle dinledim.

ARTIK ÖĞRENDİM 2

Kavga etmeden konuşmayı, sabırlı olmayı.
Ayran gönüllü aşklarla, ayran gönüllü işlerin yürümeyeceğini.
Öfkeyle aceleyle karar vermemeyi.
Gönlüm Mevlana, kafam John Lennon, mizacım Jack Nicholson, ruhumun Indiana Jones olabilmesini
Her kadının içinde bir de yaramaz bir kadın olabildiğini.

Ne bedenimden, ne ruhumdan asla utanmamayı.

Kendimi sevmeyi.
Yaratıcılığa kafa yormayı
Özür dileyebilmeyi.
Kinden arınmayı.
Söyleminde de yaşamında da samimi olmayı.
Sıra dışı olduğum için taş atanlara teşekkür etmeyi.
Mutlu günümü paylaşanları dost bilmeyi.
Ve hepsi bir yana:
HERŞEYE RAĞMEN NEFES ALMAYI 

28 Eylül, 2010

Hayati Misman


Dünyanın neresine gidersem gideyim, minicik bir boşluk bulur bulmaz sanat galerisine atarım kendimi. Hayati Misman'ı da böyle tanıdım seneler önce. Yaşıtı çoğu insanın ''artık unumu eledim, eleğimi astım''  yaşam tarzlarına inat hala üretken, hala gözleri parlayan, hala çocuk gibi neşeli, hala hayatı sorgulayan dünya tatlısı...
Yaptıkları, yapmayı planladıklarını konuşmaya başlayınca bu eserlerin kimin elinden çıktığını çok daha iyi anlıyorsunuz.
Hele de bu yaşama sevincini öğrencilerine aktarabilirse ondan daha mutlusu yok..
Alın size bir örnek..

23 Eylül, 2010

Bir Ticaret Masalı..Tayanç Ayaydın'a tebriklerimle


Bazen kendime çok kızıyorum. Yabancı filmleri takip etmeye çalışmaktan Türk yönetmenlere, Türk oyunculara haksızlık ediyorum gibi geliyor. Her şeyden daha da öte bu emeğin karşılığını bizler gibilerin alkışlarını ya almıyorlar ya da geç alıyorlar.

Bir Ticaret Masalı/ A Tale of Trade

Türk filmi dedim ama oyuncular dışında filmde Türk ismine rastlamadım.

Tayanç tebrikler. Gözlerinin en diplerinde rolü dibine kadar yaşadığın için..Beni oralara götürdüğün için.Camideki yakarışın, Jack Nicholson taklidin, blöf yaparkenki ciddiyetin, çocuğunu severkenki içtenliğin, pazarlık yaparkan bile espri yapabildiğin ve sarhoş olduğunda doğaçlama yaptığın dansın için.

Genco tebrikler. Kendini bizlerden esirgemediğin için. Yalnız bir adamın son günlerindeki düşüncelerini bize dümdüz verdiğin için. Ailenin son üyesi olan yeğenine verdiğin öğütler için.

Sin City

Bir arkadaşım önerdi, Frank Miller'ı çizgilerini görmelisin dedi. O zaman hatırladım küçükken okuduğum çizgi dizileri. Annem hiç anlamadı onlardan ne zevk aldığımı, babam ise ikinci erkek çocuk zevkini bende yaşamanın mutluluğundan sesini çıkarmazdı. Erkek kardeşimle kavgalarımız hep önce ben okuyacağım üzerineydi ilkokulda : Zagor, Kızılmaske, Tommiks. Sonra Gırgır girdi hayatıma. Bu sefer kızlar anlamadı. Zaten anlamalarını da beklemiyordum.

İlk Sin City ile başladım okumaya bu seride. Sonra çizeri merak ettim. Ve adamım dedim.

Çizgi ötesi karakterler, hızlı akan olaylar..

Ve filmi...İlk defa kitabını okuduğum bir kitabın filmini izlerken daha da heyecanlandım. En az kitaptan aldığım zevk kadar, filmden de aldım.

Ve Frank'ten bir alıntı ile akılları biraz daha karıştıralım:

''You can't have virtue without sin. What I'm after is having my characters' virtues defined by how they operate in a very sinful environment. That's how you test people."

20 Eylül, 2010

ZİL

bir sahil kenti…sıcak bir yaz günü...bir başımayım evde. her zamanki gibi kitaplarda unutuyorum kendimi. cumartesi..annem kardeşimle çarşıda..saat 16:00 ..zil aralıksız çalıyor …arkasından yumruk ve tekme sesleri..ahşap kapı kırılacak sanki..gelen babam .yüzünü görünce kalbim çarpmaya başlıyor .. suratı saldırmayı planlayan vahşi bir hayvan gibi..annen nerde? yok evde cevabından sonra yapışıyor boğazıma, ellerini açmamacasına..sesim çıkmıyor, çıkaramıyorum..anlamıyorum neden , neden? nefesini duyuyorum ..boğulduğumda bana suni teneffüs yapan babamın nefesini.. anason ve soğan kokuyor oysa şimdi...sadece içki mi bunu yaptıran..sadece sarhoş değil....başka bir insan ..babam değil..tek soru annen nerede? gözüm kararıyor, portmantoya çöküyorum..daha da sıkıyor..ellerini çekmeye çalışıyorum ama nafile ..incecik bedenim titremeye başlıyor..ne olur, ne olur annemi ve kardeşimi bir daha göreyim…annemin sesini duyuyorum o karanlığın içinden dayan kızım geliyorum..dayan..sabret bir tanem…anne çabuk ol diyorum …nefes alamıyorum..burnuma çürük yumurta kokusu geliyor..ve bir boşluk… onu alt edemeyeceğim anladığım anda hayattan vazgeçiyorum..hadi daha fazla sık diye haykırıyorum..ve göz bebeklerimi gözbebeklerine kilitliyorum..ve gördüklerime inanamıyorum. bildiğim insan değil o –babam değil.. önce bir hayvan ..elinden yiyeceği alınmış bir hayvan ve öldürmek için yapıyor ve benim kim olduğumu bilmiyor. sonra öksüz kalmış bir ergen çocuk..büyümemiş.. bedeninde iki farklı canlı ..kendi kendi değil..adını bilmiyor…ve göz bebeklerimi  büyüttüğüm zaman benim gücümün farkına varıyor..artık nefes alıyor muyum bilmiyorum..etrafımda sarı bir hare var..ben de onun gibi bir hayvanım artık ..ama daha güçlü bir hayvan… meydan okuyorum gözlerimle ona …hadi daha da sık boğazımı diyorum…gözlerimle..korkmuyorum senden…. zaten öldüm mü, yaşıyor muyum bilmiyorum…daha da bastırıyor..ben daha da gözlerimi açıyorum…ve öldür artık beni diyorum.. gücün yetmiyor mu? benim kadar güçsüz birine? daha da sık …daha da sık.. ve senden artık kurtulalım…insan gibi  olmayan bir babadan kurtulalım.   gülümsüyorum…o daha da sıkıyor..ben daha da gülümsüyorum… çözüm mükemmel.. daha da sıkıyor sonunda.. kendi kuyusunu kendi kazıyor… bu benim için gücün bana geçmesi demek…sürüneceksin.. bu yaptıkların karşılıksız kalmayacak… ve herkes senden kurtulacak..ben ..ben… evet herkes üzülecek benim için  ..ama geride kalanlar en azından huzurlu geçirecekler kalan günlerini.. burnuma gelen koku..yine iyot kokusu .. hayır bu gerçek değil..denizin odama vuran dalga seslerinin fısıltıları ….sen çok güçlüsün diyor dalgalar…sen çok güçlüsün…kimse sen istemeden seni götüremez …ama kendini bırakırsan çok kolay götürür..kim fisildıyor..kimsin sen? neden beni kurtarmak istiyorsun? ben çok yoruldum artık..dayanamıyorum..hani diyor geçen gün koşarken nefesin kesilmişti..ve kendin biraz daha biraz daha sonra daha fazla alabileceksin diyen ses var ya işte o benim senin iç sesin..kimseye boyun eğme diyen sesin..ha gayret diyen sesin…savaş, dayan diyen sesin.. ….bak dalgalar sana ne diyor dayan diyor…tamam diyorum kendime kimse beni benden alamaz bu benim ‘’baba’’ diye seslendiğim insan bile olsa…o an…o an gözümdeki kararma yavaş yavaş geçiyor, ne oluyor bilmiyorum…bana dayan diyen ses uzaklaşıyor…birisi geliyor…başka bir erkek sesi duyuyorum..apartmandaki komşularımızdan birisi..avını yemek için öldürmeye çalışan hayvanı çekiyor kendine…. elleri boğazımdan kayıyor sertçe....insan kızına bunu neden yapar diye azarladığını duyuyorum …onu yere fırlattıktan sonra bana verdiği suyu önce yutamıyorum…iç kızım diyen sesi beni kendime getiriyor..içiyorum kan gibi suyu…babam yerden kalkıp bana sarılıyor..ağlıyor, bağırarak, haykırarak ağlıyor…gözyaşlarımız birbirine karışıyor…biraz önceki pençeleşmiş damarlı elleri beni kucaklamış içine sokarcasına bastırıyor… paçasından akan sapsarı olmuş idrarına dalıyorum..artık uyanmak istiyorum…ya da hiç uyanmamak…

16 Eylül, 2010

ARTIK ÖĞRENDİM 1

Hayallerimin peşinden koşmayı.
Hayattan bezmemeyi,
Kendimle dalga geçmeyi.
Gülmeyi, gülüp geçmeyi.
Değişime açık olmayı.

Hayata asla küsmemeyi.
Rengarenk ruhlar taşımayı.
Müzikle yaşamayı,
Hissettiğim gibi olmayı, olduğum gibi hissetmeyi.....

Billy Joel'den bu şarkıyı canlı dinlemek isterdim...

She’s always a woman
She can kill with a smile
She can wound with her eyes
She can ruin your faith with her casual lies
And she only reveals what she wants you to see
She hides like a child
But she’s always a woman to me
She can lead you to love
She can take you or leave you
She can ask for the truth
But she’ll never believe you
And she’ll take what you give her, as long as it’s free
She steals like a thief
But she’s always a woman to meChorusOh
-she takes care of herself
She can wait if she wants
She’s ahead of her time-and she never gives out
And she never gives in
She just changes her mind
And she’ll promise you more than the garden of eden
Then she’ll carelessly cut youAnd laugh while you’re bleedin
’But she’ll bring out the bestAnd the worst you can be
Blame it all on yourself
Cause she’s always a woman to meChorus
She is frequently kind
And she’s suddenly cruel
She can do as she pleases
She’s nobody’s fool
But she can’t be convicted
She’s earned her degree
And the most she will doIs throw shadows at you
But she’s always a woman to me

İĞRENİYORUM

  • İclal Aydın gibi dünyayı toz pembe görenlerden
  • paranın herşey olduğunu zannedenlerden
  • bedeni ile ruhunu senkronize etmek için çaba bile harcamayanlardan
  • yüzü kızarmadan yalan söyleyenlerden
  • sadece diyet, güzellik ve erkek konuşanlardan
  • sadece futbol, seks ve kadın geyiği yapanlardan
  • hayatın sadece işten ibaret olduğunu zannedenlerden
  • yazlık yerlerde sivri topuklu ayakkabı giyenlerdenden
  • fazla tüketenlerden
  • estetikten uzaylıya dönen suratlardan
  • solaryumlu vücutlardan
  • hedefledikleri için herşeyi göze alanlardan
  • okumadıklarını okumuş gibi işkembeden atanlardan
  • ruhsuz iş yapanlardan
  • kankasıyla mıçarken bile konuşanlardan
  • çift kişiliklerden
  • kendi büyümeden çocuk doğuranlardan
  • çocuk doğurunca bu dünyadaki işi bittiğini zannedenlerden
  • çalıştıkları insanları köle gibi görenlerden
  • konuşurken suratına bakmayanlardan
  • dünyanın kendi etrafında döndüğünü zannedenlerden

Eric Clapton


Erıc Clapton

Eric amcanın Boğaz'da verdiği konser herkesi büyüledi mi bilmem ama,  yaşadıklarına rağmen sahnede bir buçuk saat kalabilen biri olarak acısıyla, mutevaziliğiyle ve tutkusunu bize geçirebilme yeteneğiyle alkışlarımı hak etti. Hayatını verdiği müziğe, taptığı gitarına, Steve Winwood  gibi bir ustayla dinleyiciye geçirdiği ruhla benim mutlaka olmazla olmazlarım arasında ömrüm boyunca kalacaklardandır.

Listeleme işinden- kadın dergilerindeki nedeniyle (sevgilinizi baştan çıkarmanın 100.000 yolu, zayıf görünmenin 45.543 yolu, nasıl daha çekici olursunuzun bilmem kaçıncı yolu)-  nefret etmeme rağmen, en sevdiğim Clapton şarkıları deyince ilk aklıma gelenler..

  • tears in heaven
  • after midnight
  • walking blues
  • layla
  • white room
  • sunshine of your love

01 Eylül, 2010

Yorumsuz

Frida Kahlo

RÜYA

Sırılsıklam olmuşum...Çarşaf tüm vücuduma dolanmış… Saçlarım tel tel bütün yüzüme yapışmış... Ayaklarımın altı yalınayak ateşte yürümüşçesine yanıyor..Ayalarım karıncalanıyor…Beynim uyuşmuş…Nerdeyim… Kimim…Burası neresi?.. Saat kaç?..


Annem nerede?...Neden yalnızım?...Bu sessizlik kulaklarımı sağır edecek…

Rüya mıydı biraz önce yaşadıklarım? Bilmiyorum, evet biliyorum...Yataktan hızlıca kalktım, banyoya koştum, ayna ..Allah’ım lütfen rüya olsun…Lütfen yalvarıyorum sana... Tekrar aynılarını yaşamak istemiyorum…Sıradan basit durağan bir yaşam istemiştim senden..Evet öyleydi öyleydi ta ki….

Çocuklarım yanımdalar yatakta ikisi birbirine sarılmış uyuyorlar.. Ne kadar da masum, ne kadar da saflar...Nasıl onları kirletmeden ayakta kalmayı öğreteceğiz? Küçük ablasına biraz daha sokuluyor korunmak istercesine…

Biraz önceki rüyaymış….Çocukları kaybettim…bulamıyorum..İçki, sigara, müzik…Cep telefonum kilitlendi…Kimden yardım istemeliyim? Kardeşim..kardeşimden…Telefonu neydi? Numarasını hatırlamıyorum.. Nasıl ulaşacağım ona?

Çocuklara baktım, kendimi yokladım hangisi rüya hangisi gerçek? Korkuyorum, yeniden

Aynı şeyleri yaşamaktan korkuyorum... Sessizleşmekten, kendime zarar vermekten...

31 Ağustos, 2010

Beğendim

Modigliani'nin kadınları

Son Aşkım?

Buika. Sepetçiler Kasrı'nda bir avuç İstanbulluyu mest etti. Geçen sene keşfettiğim tutkulu kadın. Hem konuştu, hem şarkı söyledi, hem de dans etti. Uzun alev saçan nar çiçeği parlak elbisesi, kemikli çıplak ayakları ve o buğulu sesiyle aşkı ve özgürlüğü kutsadı.

İlkini evet; hatırlarsın. Kimdi, ne zamandı, nasıldı? Ya sonuncusunu...Yanındaki mi sanıyorsun? Bilemezsin. Sakın hayatındakine “Sen benim son aşkımsın” deme. Kimbilir belki de... Bugün, yarın, bir dahaki ay bakmışsın ki aşık olmuşsun, başka birine, hem de delicesine...

Aşk hakkında bu söyledikleri nasıl korkutur bu sınırlandırılmış beyinlerimizi.

Piyano, kontrbas ve davul eşliğinde. Caz, flemenko söylerken hikayeler üşüştü beyinlere..
Sahnedeki kadın sadece kadındı. Her haline yansımıştı.. Baş parmağına taktığı yüzüğünü düzeltirken, fotoğraf çekerken..

Ruhu sesine yansımıştı..Ruhu yüzüne yansımıştı.. Ruhu bedenine yansımıştı..

Ben böyle bir kadınım diyordu: yaşadıklarım, acılarım, sevinçlerim, aşklarım ve kadınlığım ile..Ve son olmayı isteyen birinin sonuncusu olurum demekti o..

27 Ağustos, 2010

Neden Kosmos?

Neden mi? Çok basit. Film seyretmeye, anlamaya, yorumlaya çalışırken beni kıskıvrak yakalayan, duvardan duvara fırlatan, nefes almayı bile unutturan, rüyalarıma girecek kadar beni içine çektiyse, adını koymaya değerdir dedim.

Afişindeki görüntü beni ilk başta hiç etkilemese bile, filmi izleyince daha doğru bir kare seçilemeyeceğini anladım. Şamanik öğelerin fazlalığı beni iktidar, asker, ordu, sınır kentinden uzaklaştırıp zamansız, yersiz, isimsiz bir yere götürdü. Şaman ve Kosmos arasındaki benzerlikler Reha Erdem'i ilk gördüğümde soracağım sorular olacak:

  • Şaman'ın görevi evrende belirli soruları yanıtlamak ise Kosmos'un bu her cümlesinde bunu duyuyoruz.
  • Şaman'ın şifacılığı, vücudu terketmiş ruhlarla irtibata geçerek, o iyi ruhları geri döndürerek şifa vermek ise Kosmos'un ölen çocuğa hayat vermesi, yaşlı adamı astımdan kurtarması..
  • Şaman'ın gerçek şaman olabilmesi için doğanın tüm dillerini anlamalıdır. Bu ''gizli'' lisan ise hangi ses sizce? hayvan sesi...filmin çoğunluğunda hayvan sesi ve görüntüsü var.
  • Şamanizm'deki gök tanrı bilinci tüm görsellikte var, özellikle filmin baş ve son görüntüleri
  • Şamanizm'de ceza- ödül var: Hasta çocuğun yataktaki sorusu: ''cezamı mı cekiyorum?'' Kosmos'un yanıtı: ''Ödül zamanı''
  • Şamanik kudret kazanmak için girdikleri seansta ölmüş şamanların veya üstadlarının reenkarnasyonu yoluyla çakıl taşlarına dönüşürler. Irmak kenarı taşları para aramak bahanesiyle kaç defa gösterdi??
  • Yardımcı ruhlar Şamanizm'de hayvanlardır. Bu hayvanlar Gökyüzü ve Yeraltı seyahatlerinde gereklidir. Kosmos'un ağaca hayvan gibi tırmanması, Neptün ile odanın duvarlarında hayvan gibi dolaşması...
  • Kosmos'un bir anlamda hayvanın seslerini hareketlerini taklit etmesi onun hayvanın maskesini takmış olduğunu gösteriyor. Yani bir ölümlü olduğunu kabul etmesi, insan ruhundan vazgeçebileceğini göstermesi...Filmde Kosmos öğretmen ile ikinci defa görmeye gittiğinde cevabı hatırladın mı? Öğretmene ''ruhumla bedenimle sevmeye geldim'' dediğinde aldığı cevap ''hayvan gibi'' dedikten sonra tam cümleyi hatırlamıyorum ama '' ne farkı var ki'' cevabı sevişirken bile hayvanla özdeşleşebileceğini gösteriyor..
  • Şaman gösterilerinde hep bir maske vardır. Filmde hiç kostüm yok ama Kosmos'un yüzü hep maskeli değil miydi?
  • Şaman'larda müzik daha doğrusu davul en önemli ögedir seramonilerde..Peki filmde görsellik kadar müzik de ön planda değil miydi? Ben çoğu sahnede gözümü kapatıp müziğin ritmine kendime kaptırmak istedim. Belki de transa geçmemizi istedi??
  • Ağaç ne demek Şamanizm'de biliyor musun? Geleceğin Şamanının ‘Dünyanın Merkezi’ ne yolculuk edip Kozmik Ağacın tepesinde oturma ve Evrensel Tanrı’ya ulaşabilmesi gerekli bir araç. Filmde kaç defa ağaca tırmandı Kosmos? Böylece semaya ulaşmaya çalışıyordu. Peki Kosmos geleceğin Şaman'ı mı?
  • Daha bir sürü detay var: Kazlar ( Altay efsanesinde Şaman), kemik (rituel adak), görünmez oluşu (araba ile ACİL'e götürülen hasta çocuktan önce orada olması), doğaüstü güç (fırtına çıkarabilmesi)
  • Dinle ilgili alt okumalara gelince evet çok fazla var: Camide secdedeyken ( Kosmos'un yüzünü hatırla ltf), sol eli başımın altında olsun, sağda beni kucaklasın (Tevrat'tan alıntı)... Peki tüm dinlerin çıkışında Şamanizm'in etkisi var mı? Peki bizim inançsızlığımızı yüzümüze mi vuruyor? Gündelik hayattan bu kadar uzak olması ( saatin ilerlememesi, bir sahne dışında yemek gösterilmemesi) bizim ne kadar boş şeylerle uğraştığımızı yine yüzümüze mi vuruyor?



Ve hepimizin aslında aradığı ne? ''Çalışmak istemem, aşk isterim'' Cosmos bizim yerimize dillendiriyor. Ve bir umut veriyor...


İnsanın temel içgüdü ve korkularının hiç değişmediğini düşünürsek (ölüm korkusu), çaresiz kalınca simgesel de olsa bir kudret arıyor muyuz?

Vira Bismillah

Ruhuma degenlerden bir secki.

Laf kalabaligina, agdali cumlelere, gereksiz kisilere yer olmayacak burada. Maskesisiz burada.

Politika, ikiyuzluluk ugramayacak buraya.

Nerede ne giyinmeli, en son detox merkezleri, estetik doktorlarinin adresi, diet listeleri de olmayacak.

Gelin hep birlikte ruhumuzun en karanlik kapilarini acmaya.

Sinemayla, muzikle, kitapla, yemekle.

COSMOS. Adını Reha Erdem'in son filminden esinlenerek alıp, sevgili Zeynep, Burç ve Erdoğan'ın destekleriyle buralara kadar geldim.

İçsel hakikatla dıştaki ten arasında, özle kabuk arasında, aynada gördüğüm ben ile dışardan görünen ben arasında, gözümdeki tuzlu yaş damlası ile gözbebeğimdeki ayrımı saptamaya..