26 Nisan, 2011

İnsanlık Anıtı Yıkılıyooooooo

AKSOY'un basın açıklaması


Büyük bir ahhh çekerek içimdeki kırgınlık ateşinin kızgınlığını dışarı çıkarmak istiyorum. Büyük “Ah’ı” ile kendi nefesiyle yanan Kerem’i düşünüyorum, Ferhat’ın Şirin’e aşkının sonunda nasıl toplumsal anlamlı bir aşka dönüştüğünü…
Meselenin artık Şirin’e kavuşmak değil de; şehri suya kavuşturmak olduğunu dağları delme gücünün, inancının, sabrının buradan geldiğini düşünüyorum.
Tanrıyı kendisinde bularak “Enel Hak” diyen ve diri diri derisi yüzülen Hallac’ı Mansur’u, uçma fikriyle varlığını bütünleştiren Hezarfen Ahmet’i düşünüyorum.
Ölümü hiçe sayarak gerçeği sorgulamaya devam eden erdemli insan Sokrates’i düşünüyorum.
Nazım Hikmet’in ölüm orucuna yatarak vücuduna zarar verme pahasına onurunu ve erdemlerini nasıl koruduğunu, haksızlığa nasıl baş kaldırdığını hatırlıyorum.
“Açılın kapılar şaha gidelim” diyerek inancından düşüncesinden hiç taviz vermeden ölüme yürüyen Pir Sultan’ı düşünüyorum. Ona, padişahın isteğine uymayarak taş yerine gül atan insanların gözyaşlarının aynasında, Pir Sultan’ın aydınlık insan yüzünü görüyorum.
Bütün mesele bu; aydınlık insan yüzü, insan olmak ve bu yolda yangınlardan geçenleri örnek almak. Ruhumuzu terbiye etmek. Hayatı ve gerçeği yüzeysel değil; yani beden, madde , para pul hesabı yapmadan derinlemesine kavramak, ruhumuzu zenginleştirmek, erdemli olmak. Her türlü güzelliğin iyiliğin erdemli olmaktan geçtiğini kavramak. Parayla pulla işgal ettiğin mevki ve makamla kendini ötekilerden, halktan üstün görüp onların üstünde tahakküm kurmak, tek doğru benim doğrum, tek hukuk benim hukukum demek seni kibirli yapar, zalim yapar, vicdansız yapar, ruhun kararır, kafanda ucubeler dolaşmaya başlar. Şeytanla işbirliği yaparsın, yalan söylersin, takiye yaparsın. Herşeyi bilirsin, zikrin yokken fikrin olur.
Çok az bilgiyle, alıntılarla çok bilmiş gibi, ulema gibi olmak yerine bilmediğini bilmek, bilginin peşinde koşmak, bilmek için soru sormak, gerçeği politik çıkarlarına, kişisel maddi çıkarlarına, görüşlerine uymuyor diye çamur atarak kapatmamak ya da renkli şallarla süsleyip kötüyü iyi, çirkini güzel göstermemek gerekiyor. Salt gerçeği aramak iyiyi güzeli çoğaltmak, ruhunu temizleyip, gözündeki perdeyi, katarağı kaldırarak çıplak gerçeği görebilmek lazım.
Biliyorsunuz bir sürü bakanlarımız başbakanlarımız var, boş bakıyorlar. Bakıyorlar bakıyorlar bir türlü görmüyorlar. Çünkü görmek bir eğitim işidir. Hele konu sanatsa özellikle de heykelse işiniz daha da zor. Form dilini anlamak, kavramak, dünya heykel tarihini birazcık bilmek. Heykel günümüze nereden nereye, hangi aşamalardan geçerek gelmiş, estetik nedir, güzel nedir, anlam nedir, kavram nedir, form nedir, ışık nedir, kütle, mekan, derinlik cazibe alanı, plastik mekan duygusu nedir, kiç, biblo nedir? Her üç boyutlu suret heykel midir? Ritim, harmoni, tekrar, varyasyon nedir, içerik – biçim ilişkisi nedir, kütle detay ilişkisi nedir ve bütün bunlar kişiye göre nasıl değişir, her sanatçıda yeni bir kişilik nasıl bulur. Hem de sözlük anlamıyla değil, içselleştirme, kendine mal etme anlamında.
HEYKELE NASIL BAKILIR:
Örneğin bir duvara bakar gibi bakılmaz. Bir resme, fotoğrafa bakar gibi de bakılmaz, çünkü heykel üç boyutludur. Önü arkası var, yanı var, yönü var, altı var, üstü var. Biraz zahmet edip etrafında döneceksiniz. Hele bu heykel şehrin terası gibi bir yerde duruyorsa bir zahmet yürüyeceksiniz. Şehrin çeşitli akslarından nasıl görünüyor, kaleye giden yoldan, kaleden, çayın kenarından, köprüden, karşı yamaçtan nasıl görünüyor bakacaksınız. Bu zahmetten sonra kütleler arası bir ilişki kurar, aradaki boşlukların plastik bir mekana dönüştüğünü, boşluğun anlam kazandığını, mekanda heykelin bir cazibe alanı yarattığını fark edersiniz belki. O da ancak ruhunuz temizse olabilir. Hani Hıdır’la Ellez’in karşılaşmasından çıkan ışığı yalnızca kalbi safların, kirlenmemişlerin gördüğü gibi. Ön yargılarla, kafadaki putlar ve ucubelerle bakarsanız; hep aynı şeyi, aynı ucubeyi görürsünüz.
Ne demiş Mevlana Hazretleri;
“O şimdi bir aynadır, onda neye bakarsan onu görürsün.
Eğer orada çirkin bir yüz görürsen bil ki o kendi yüzündür.
Ona tükürürsen kendi yüzüne tükürmüş olursun…”
Sanat yapmak kutsal bir iştir. Ve ekmek su kadar gereklidir. Karın doyurmaz, eti budu yoktur ama kafa yapar, ruhu temizler, inceltir, zenginleştirir. İnsanlara, nesnelere, doğaya daha sevecen daha güzel bakmanızı sağlar.
Sanatçının nasibine tanrının suretinden, o yaratıcı cevherden bir kaşık fazla düşmüştür. Sanat o yaratıcı cevherle yapılır. Sanatçının gücü de oradan gelir. “Tanrı taşta uyur” der bir Çin özdeyişi. Ben ne yapıyorum… Taşta görünmeyen o cevherin üstündeki kabukları alıp görünür hale getiriyorum, onu uyandırıyorum. Sen görmezsen ben ne yapayım. Senin nasibine de bakar görmezlik düşmüş. Ama o haslet; içinde bir yerde ille de saklıdır, vardır. Heykelle temasını kaybetme, muhakkak görmeye başlarsın.
Uyduruk sebepleri, hukuka uydurarak, hakimlerin yerlerini değiştirerek, mahkemenin bitimini beklemeden heykelimi alelacele idam ederseniz; bakıp da görmeme durumunuz ilelebet kalacaktır. Heykele Fransız olarak gideceksiniz. Milyonlarca insanda da bu yetinin, bu duygunun gelişmesine engel olacaksınız. Türkiye çok anlamlı bir anıt kaybedecek, Kars şehri barış karşıtı şöven, sanat düşmanı bir konuma düşecek. Kars’ta şehit düşen binlerce vatan evladının anısına, mezar taşı niteliğinde bir anıt bile çok görülmüş olacak.
Dünya sanatsever, demokrat kamu oyunun gözünde Taliban’a döneceğiz. Türkiye bu imajı hak etmiyor. İnsanlık Abidesi’ni yıkanlar, insanlık suçu işlemiş olacaklar.
Ve o heykelin altında kalacaklar…
Kefeninizin cebinde belki Cola Turka’lar, küçük gemiler, Medical Park hastaneleri olmayacak ama alnınızda heykel yıkan başbakan kara damgasını taşıyacağınız kesin.

04 Nisan, 2011

Pera Palas

Pera Palas'a gidelim bir gün mutlaka dedi genç adam. kadın olmaz dedi kötü hatıralar var orada istemiyorum. o caddeden bile geçmek istemediğimi nasıl anlatabilirim ki..
geri sarsam filmi. silmiştim ben bunu hafızadan. neden bu kadar çabuk hatırlanır ki..

Çukurcuma'da eskicileri geziyorum. kokularıyla yolculuğum başlıyor. kim nasıl bakmış o altın varaklı aynaya? neden gizli gizli ağlamış acaba önünde? ya önünden geçerken anlamlı bakışmalar? derken önüme minik bir oturma grubu çıkıyor. hiç tarzım değil. neden önünde bu kadar duruyorum ki? bana bir cevap lütfen? fazla eski de değil. koyu kahverengi kolları, bordo kaplaması, ikili bir koltuk, iki tane de tekli kolçaklı koltuk. dükkan sahibi yanımda bitiveriyor anlamışcasına. en son ne zaman Pera Palas'a gittin diyor gözlerini koltuktan ayırmadan? hatırlamak istemezken neden yine karşıma çıkıyor ki? YÜZLEŞ(ME)..YÜZLEŞ(ME)..orta yaşlı adam başlıyor anlatmaya ben hangi sene diye düşünmeye başlamışken..Atatürk'ün Pera Palas'taki odasındaydı bu takım.

ilkokul bir..yeni bir çevre..yeni bir öğretmen..neden başka bir şehirde başlıyorum ki..annemle babam ayrılmış ya da ayrılacak..geçici olarak. teyze evindeyiz. İstanbul'da. önlük, çanta, yeni arkadaşlar..hiçbirini istemiyorum. zaten ben okuma yazma biliyorum ki..iki hafta oldu hergün annem  bırakıyor, kuzin alıyor okuldan. bu korunaklı durumdan çok rahatsızım ..sonunda babam çıkageliyor okula..ve okuldan dışarı çıkıyoruz. bu serbestlik karnımı karıncalandırıyor, iyi ki geldin baba. bütün öğledensonra dolaşıyoruz kahkahalar atarak. babamın yorulmadın mı sorusuyla annem geliyor aklıma. haberi var mı acaba beni okuldan babamın aldığından? seni çok güzel bir otele götüreceğim dediği anda olmadığını anlıyorum. beyoğluna diyor bütün gün bindiğimiz aracın şöförüne. Pera Palas'a.