25 Ekim, 2010

CEVİZLİ SUCUK DEĞİL, BANDIRMA

nasıl nefret etmiştim ilk cevizli sucuk lafını duyduğumda. sucuk bana baharatlı bir et parçasını çağrıştırır halbuki. herşeyi herkes anlayacak diye dilin düştüğü duruma bak. satışları artıracağız ya. neymiş efendim cevizli sucuk. halbuki nasıl yapıldığını bilmeyenler, süslü bilmemne pazarından sözüm ona doğal ürünler yiyecek ya, hemen yapıştırır ay bu cevizli sucuk şahane...

torosların tepesinde bir ''dağ evi'' anlayasanız diye, yoksa yayla evi denir ona. oralarda yazları nefes almanın tek yoludur yaylaya çıkmak.

ve yapılan her rutin kışa hazırlıktır aslında. dedemin toroslardaki her sene yaz aylarını orada geçiren tüm aileyi toplaması, büyük şehirlerde yaşayan teyzeler, kuzenler, yeğenler için bulunmaz bir fırsattır. benim içinse evet aileyi görmek, dahası istediğim zaman kalabalığın, sohbetin, hayatın içinde olabilmek dilediğim zaman kitaplarımla bir köşede başbaşa kalabilmek.

sabahları ilk uyanan olmayı yardımcılara bile bırakmayıp, dedemin şarap üretmek için başvurup red cevabı aldığı ispanya'dan getirdiği üzüm fidelerinin gölgelerinde, bağın tüm köşelerini keşfederken birazdan beni arayacaklarını bilip, annemi daha fazla telaşlandırmamak için üstümdekilerin ceplerine doldurabildiğim kadar üzümü doldurururken...hele saklambaç oynarken büyük üzüm sepetlerine girmek ve üzerini asma yaprakları ile örtmek...susadığım zaman ise yemeğe ekşi olarak kullanılan koruklar benim cansuyumdu.

buradan o altın sarısı renkleri anlatabilir miyim bilmiyorum ama deneyeceğim yine de..adına neden bandırma denildiğini de anlatabilmek için. o üzümler nasıl kaynatılıyor?  önceden kalaylanan bakır kazanın içinde, odun ateşinde, annemle yaşıt olan büyük ceviz ağacının altındaki ön bahçede, sadece üzümü karıştırmak için kullanılan büyük ötesi tahta şimşir kaşık ile karıştırılan caaaanım üzümler..küçüklere toplatılan sapan yapılası küçük dal parçaları alınıp, önceden ayıklanmış  ve yakılarak mikrobu öldürülen yorgan iğnesi yardımıyla ipe geçirilen tüm cevizler, evin emektarı ayşe hanım tarafından birer birer kaynayan kazanlara BANDIRILMASIYLA gözümün önünden ömrüm boyunca gitmeyecek, sırasıyla yüksek dallara gerilen kalın iplere asılıp kurumasını bekleyen görüntüler..eritilen altını hiç gördünüz mü, cam imalatında devasa kazanın içinde kumun nasıl cama dönüştüğünü, peki güneşin tam batarken ki turunculuğunu ve içinden görünen cevizin naifliğini..ve benim ne yaptığımı tabii ki tahmin edemezsiniz..onlarca bandırmanın altından damlayan güneş parçacıklarını gözümü kapatıp ağzıma hepsinden isabet etmesini beklemek..arı toplayan bal misali..ve kulaklarımda seslerle birlikte kızım ağzın yanacak..

hepsinin ortasından kendime kadran yapıp, o dağların tepesinden ufka doğru her bakışımda hayatımın nasıl olacağını düşünmek..

aslında bilemezdim ki, çok sonraları aynı kadrandan geriye bakıp bu ANları tekrar hatırlamak istediğimi...

14 Ekim, 2010

TRENLE İLK SEYAHATİM

oğlumun anası karım ile tren ile ilk seyahatimiz. tatlı dilli meleğim, oğlumuz da çok sevecek hadi diyerek kız çocuk edasından çıkmayarak tacizkar tavrıyla, cevapsız kalmam evet demekmiş gibi, cuma günü iş çıkışı herşeyi ayarlamış, on sene önce açtığımız reklam ajansının kapısına dayanmıştı. nasıl anlamazdı  trene binmek istemediğimi. ama kaçış yok işte. hızla giden bu uçakvari, uzay mekiği araç bildiğim bütün trenlerden farklı her yönüyle. emektar TDDY'nın yemekli vagonundaki arnavut ciğeri ve patates kızartmasının tadını unutabilmem mümkün mü? rakı kokusunu, bembeyaz kolalı gömlekli garsonların nazik servisiyle, rahatsız etmeyen bir münir nurettin'in ''beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın''ı unutabilmem mümkün mü? elime geçen çamlıca gazozun genlemiş raylarda sözüm ona giden trenin her tümsekte zıplamasıyla elimden fırlamasını unutabilmem mümkün mü? vagona taş atmak için oracıkta konuşlanmış haylaz çocukların taşları vagona isabet ettirince yüzlerindeki ifadeyi unutabilmem mümkün mü?

oğlumun beyaz ayısına sarılıp uyumasıyla etrafı seyre koyuldum. canım karım kompartmanın bize ait olması rahatlığıyla kucağıma kafasını koymuş, yavru bir kedi gibi korumasız, sevgiye aç, her an okşanası tavrıyla gözlerime bakıp, mırıl mırıl büyükannesinden duyduğu bir ninniyi söylerken  birden susup soluk alıp vermesinden uykuya daldığını anladığım anda beynimdeki kareler daha da canlandı.

oğlumun olduğu yaştaydım. ALTI. okuma yazma öğrendiği saklayarak kendime sakladıklarımı bugün bile hatırlamak istemiyorum. zaten nice sonraları annem itiraf etti. yaşadığımız şehirde ticaret ile uğraşan kalburüstü bağnazların yakışıklı oğlu göçmenliğin tüm güzelliğini toplayan annemin peşinde koşarken, annem bana hamile kalmış, hamile kalmış. zorla evlendirilmişler birbirlerini doğrudüzgün tanımadan. doğmamla babamı evde göremez olmuş annem. bir sene içinde de azıcık bir nafaka ile annesinin evine dönmüş annem. işte oğlumun olduğu yaşlarda bir haftasonu annem bayramlıklarımı giydirip sana anıtkabir'i gezdireceğim deyip trene bindirdi. kuzininde kalacağımızı söyleyip, el çantasından çıkardığı gazete kağıdından anlamadığımı sandığı eş arayanlar sayfasından, önceden daire içine aldığı isimleri gözden geçirirken, kendini izliyor muyum diye bana da bakmaktan geri kalmadı. anlamamazlıktan gelip elimdeki çizgi romana bakar gibi yapınca annemin huzursuzluğunu giderecekmişim gibi gelmişti.

tren istasyona yaklaştığını bildiren sesle annem daha da heyecanla makyajını tazeledi. bana da kuzinin bir arkadaşı bizi alıp eve bırakacak dedi.

trenden indik, kahverengi palto ve aynı renk fötr şapka takan adam annemi görünce hafiften gülümseyerek yaklaştı. içimdeki çocuk bu gazetedeki kaçıncı daire diye düşünüp, için için annemi bu erkeklere bırakmayacağıma dair ant içmiştim.

oğlum trenin yavaşlamasıyla uyanınca beynimdeki filmin mecburen pause tuşuna bastım. onun merakla bakarak neredeyiz soruları ile stop tuşuna basmakta gecikmedim. umarım filmi yerinden çıkarıp paramparça edip, o vagondan hayali de olsa uzaklara  var gücümle atışımı oğluma birgün anlatmak zorunda kalmam.

12 Ekim, 2010

KOKUYLA KAZINANLAR

en çok sevdiğim koku nergis kokusu. sonra kızarmış ekmek kokusu. sonra deniz kokusu.
mutluluk verirler bana..
yaşadığını anlarım.
kötü kokuları bastırır.
beynime kazınmış kokuları. istesem de çıkaramadığım kokuları.
ta ki ta ki çocuk kokusunu anlayana kadar..
kaç çocuk doğurmam lazım beynime kazınmış kokuları silmek için, kaç çocuk?

etrafta beni tedirgin eden bir şey var. ne bu?  annem ağlayarak çıktı odadan. babam da ardından…evdeki huzursuzluk herkesin üzerine çökmüş…ne bu işkence? yerdeki ne? annem ile babamın odasında buldum kendimi.. karanlık güneşlikler çekilmiş loş bir oda..zaman zaman kapılarını kapattıkları odanın kapısı yine kapalı..odaya girdim.. neden girdim odaya bilmiyorum.. birşey çekti beni oraya.. sessizlik, bana gel diyen uzaktan bir ses…yerde taş zeminin üzerinde hırsla yırtılmış bir gazete kağıdı.. üstündeki ne? anlamıyorum çok karanlık…gri kahverengi, katı..yere eğildim görmek istemiyorum aslında..görmek zorundayım…beni çağıranın o olduğunu biliyorum artık… o günkü bağrış sonrası annemin sessiz ağlamasının nedeninin o olduğunu biliyorum…
anne neden katlanıyorsun? neden bunlara boyun eğiyorsun? neden? neden? herşeyi sineye çekmek zorunda mısın? sormuştum sana bir kere neden neden diye? aldığım cevap beni kadın olmamdan utandırmıştı. başka ne yapabilirim? çaresizlik iliklerine işlemişti.. korkuyordu.. akıl danışabileceği kimse yoktu…
kahverengi katı madde..ne olur düşündüğüm şey olmasın.. onu oraya koyanın kim olduğunu biliyorum..ne olur olmasın. kaybolsun.. rüya olsun… bunu olamayacağını artık çok iyi biliyorum.. nefes, nefes alamıyorum..sıkışıyor kalbim…ruh gibi gidip kalın perdeleri bir çırpıda açıyorum.. evet evet.. yerdeki kahverengi şey dışkı..evet insan dışkısı...ne işi var yatak odasında…baba bunu da mı yaptın sonunda..bu kadar dolaylı mı anlatılır ya da sana göre direk…baba demeye utanıyorum..böyle birisi babam olamaz benim.. sana ne yaptırıyor bunu..eziyet çektirmek mi? kime? anneme mi?
renk, koku, görüntü birbirine girdi..oda etrafımda dönüyor.. onu yerden hemen almalıyım.. başkası bu rezilliği görmemeli..balkon kapısını açıyorum..odaya iyot kokusu doluyor..iyi ki deniz var..her şeyi emen çeken görüntüleri, sesleri, kokuları içine bıraktığım deniz..
tırnaklarımla kazıyorum yerdeki kırıntıları..ve bunu kendimin yaşamayacağına söz vererek..
ve sonrasında kimse hiç kimse bir şey konuşmuyor…aile birliği devam edecek ya..kimse sormuyor bana neden yemek yiyemiyorsun diye…ağzıma attığım ekmek, içtiğim suyu bile anında çıkarıyorum...aslında çıkarmak istediklerim başka..beynimdeki sesleri, görüntüleri, kokuları da kusmak istiyorum..yeni doğmuş bebek gibi…
ve kimse sormuyor bir haftada iğne ipliğe dönmemin nedenini…

KISIR

kısır nasıl yapılır diye sordu bir arkadaşım? nasıl mı? hiç düşünmemiştim? ölçüleri nasıl veririm ki? yaş ilerledikçe ben de ailemin diğer kadınları gibi göz kararı deyimine daha da alışıyorum. renginin, tadının, görüntüsünün beni mutlu etmesi yeterli göz kararı için. hayatı da göz kararı algılasak...mutluysam gerisi boş...

ben kısır tarifi verecektim..

kısırı kaşıkla yapmaya çalışan modern kadın taktiği, çocuk ta yaparım kariyer de hesabı olmaz, olmaz, O-L-A-M-A-Z...manikürlü ellerim bozulacak diye kaşıkla karıştırmak, ameliyat eldivenlerini takıp pudralı plastik tadının geçmesiyle sözde temizlik...

elle yapacaksın, hissedeceksin elinin altındakini, ne zaman yumuşayacağını bileceksin bulgurun..


  • yeteri kadar köftelik bulgur
  • yeteri kadar domates salça
  • yeteri kadar biber salça
  • yeteri kadar ince kıyılmış yeşil soğan
  • yeteri kadar taze nane
  • yeteri kadar maydanoz
  • yeteri kadar tuz
  • yeteri kadar pul kırmızı biber
  • yeteri kadar kimyon
  • yeteri kadar nar ekşisi
  • yeteri kadar zeytinyağı

yeteri kadarla yetinmeyenler, bunun hazır bir tarifi olmayacağını artık bilenlerdir. bu malzemeler her yerde bulunur. ama benim kısırım hiçbir yerde bulunmaz...

11 Ekim, 2010

PATATES KAÇA?

kendimle başbaşa kalmayalı ne kadar olmuş.ya da çanta almadan dışarı çıkmayalı. aynı şehirde olsam bile sırtımda bir çanta, anahtarlar, anahtarlar, anahtarlar.

evin anahtarı, arabamın anahtarı, ofisteki odamın anahtarı, çekmecemin anahtarı..ne kadar çok kilit altına alıyoruz hayatlarımızı?

üzerimde sadece 20 tl ve yüklü bir akbille aklımın estiği yere gidebilme lüksünü kendime çok görmedim. cep telefonumu da almadım yanıma. kalabalıklar içinde kaybolmak, biraz daha düşünmek, başkalarının beyinlerinin içlerine girebilmek, gündelik-rutin akıştaki olağanlığı sezebilmek.

hedefim bile yoktu evden çıkarken nereye gideceğim konusunda. beyoğlu olabilir mi derken taksim meydanında buldum kendimi.

filmlerimin azaldığını hatırlayıp, ilkokul mezunu, esmer, yaşını tahmin edemediğim, sol gözünün alt çeperindeki beni ile herzaman giydiği lacivert blazer ceketiyle, okuduğu Bel de jeur'un yönetmeni Luis Bulunel'in kitabından gözlerini ayırıp, beni gördüğünü sevinen kocaman gözleriyle, kebapçılıktan sinema sevdasıyla sattığı filmler arasında kaybolmayı seçmiş İrfan'ın yerinde buldum kendimi. türkçeyi bile zor konuşan adam on yaşındaki yeğeninin tozları almasına izin verip sesini kısar mısın müziğin derken, bana kahveyi nasıl içtiğimi sordu. taşındığı yere gelmemden duyduğu sevinçle, eski mal sahibiyle anlaşamadığı için ayrıldığı, buraya yeni geldiğini, daha ferah olduğunu, ama raflarının tamamlanmadığını bir nefeste anlattı.parmağına geçirdiği tepsi üzerinde mavi desenli beyaz fincanlı kahvelerle gelen kaytan bıyıklı delikanlı, bana kaçak bir bakış fırlatmasıyla, onu beyninin fesatlıklarıyla başbaşa bırakıp tekrar filmlere döndüm. ne öneriyorsun irfan diye sormamla artık önermiyorum, hele de kadınlara hiç derken mahçubiyetini anlamamla beni o kefeye koymadığını yüzüne bakınca anladım. bak sana antichrist'i, dog teeth'i önerdim, senden başka da bu filmleri seven kadın çıkmadı derken aynı düzlemde konuşabilmemizin huzuruyla bir daha ki sefere beni kebapçıya yemeğe götürme sözü alarak, poşetimi doldurduğum cd'lerin arasına defalarca okunmuş yönetmen kitapları serisinden bir kitabı poşete koyuverdi.

dik merdivenlerden inerken, genzimi yakan kesif sidik kokusuyla, kolay bulduk burayı diyen genç bir çift bana yol verince, hızlıca kendimi handan dışarı attım.

kalabalığın içindeki uğultu, Chomsky'nin destek verdiği küresel ısınma yürüyüşüne verdiği destekle bölünürken, kışın artık geldiğini hatırlatan kestane kokularının arasında, ekmek parası uğruna toprağını, evini, çocuklarını bırakıp gelmiş çiftin mızıkasından çıkan sesleri ile tam bir cümbüşün içine düşmüştüm. biraz anladığımı varsaydığım para işlerinden bu kadar çok ocakbaşının hala nasıl aynı yerde durabildiğine şaşkınlığımla, gay bir orkestra şefi arkadaşımın geçen sene kolumdan yakalayıp götürdüğü farklı dekorasyonlu minik barın önünden seyirtip yan sokaklardan birine daldım.

yokuş yukarı çıkarken sarı bir plastik top ayağıma kadar geldi, kalbiyle gülen 6-7 yaşlarındaki çekik gözlü erkek çocuğu, tek başına ailesinin sadece evin önünde oynamasına izin verdiği topuyla oynamaya çalışırken
topu geri atmama şaşırıp, annesinin patatesçiyi yakalasana hasan diyen tiz sesiyle bağırmasıyla gözlerini benden ayırdı. adını öğrenmemden duyduğu sevinç ile annesinden yabancı bir kadınla konuşma öğütlerini hatırlaması arasındaki gel gitinde boğuşurken adımı söylememle irkildi. sormadığım soruma mehçubiyetle annem beni bekliyor cevabından, patatesçinin bahane olduğunu anladım. kaça patates diyerek yine kendini hatırlattı üçüncü kattaki kadın. adamın kilo bir demesiyle, mutfak bütçesinden arttırdığı parayla kendine alacağı bir altın bilezik hayalinin ne zaman gerçekleşeceğini bilemeyerek altın mı satıyorsun cevabına tecrübeli satıcının cevabı gecikmedi. 2 lira desem ne sen alırsın ne de ben satabilirim. tamam tamam diye boşvermiş bir şekilde 2 kilo ver, çürüklerini koyma ama deyişiyle satıcının tartının metal tasına koyduğu patatesleri seçerken, hergün bunlar gibi kaç tanesiyle karşılaşıyorum ifadesi yüzündeki bilgiçlikten okunuyordu.

köprüden geçerken sadece denizi görmek için kitaptan kafamı kaldırdım. beynimdeki konuşmaların sesi biraz azalmıştı.

08 Ekim, 2010

MUTFAK

ne zaman öğrendim ben yemek yapmayı? bilmiyorum. hep biliyormuşum gibi geliyor. kimseden tarif aldığımı da hatırlamam.merak ettiklerimin hepsi kitaplardaydı, sonra da internette. kimseye ihtiyacın yok kızım senin. aklın var, tercihlerini yapabilirsin.
annemle sohbet ederdim mutfakta. okulda ne öğrendin bugün? bla bla blaa...kızım bir tane soğan soyar mısın? arkadaşların neler yapıyor? bla bla.. eti bir karıştırıver evladım. en son okuduğun kitabın yazarının bir önceki kitabını ben de okumuştum. bitirince haber ver de farklılık var mı konuşalım. tamam anne. maydonozu ayıklar mısın? bu dinlediğin müziğin türü ne? bla bla..dün seyrettiğimiz o filmde sana garip gelen birşey var mıydı? o çocuk sence neden öyle davrandı kız arkadaşına? bla, bla, bla. salataya istediğin bir sos hazırlar mısın?
bir bakarım ki yemek pişmiş, sofra hazır, biz sohbete devam ediyoruz.
sonradan öğrendim on the job training diyor gavurlar buna.
annemin doğaçlama yaptığı yaşam alanımız olan mutfakta geçerdi tüm sohbetlerimiz.
neyi nasıl yapmam gerektiği hiç söylemedi ki zaten. sen kendin için en iyisini bilirsin derdi. yemeği yaparken ben bunu böyle yapıyorum, sen farklı denemek istersen buyur mutfak senin.
o yüzden ilk hangi yemeği yaptığımı hiç hatırlayamıyorum...

AYÇEKİRDEĞİ

çıt çıt çıt çıt... nasılsın? iyiyim. neler yaptın bugün? hiiiççç. çıt çıt çıt çıt.. çıt çıt çıt.

ne kadar çok severdim ben ayçekirdeğini. çocukluk anılarımın, kızkıza dedikodularımın, sokaktaki duvarüstü muhabbetlerimin, kayaların üstünde denizi seyrettiğim, ailecek akşam sohbetlerimin ayrılmaz bir parçası idi. insan büyüyünce konuşmadığı gibi çekirdekte mi yememeli ?

ne zaman bu hale geldi? konuşmaktan zevk alamadığım zamanlar mı? dipdibe oturup hiçbir şey konuşmadığımız zaman mı? ya da nothing game oyunu oynadığımız zamanlar mı? ne zaman başladı bilmiyorum..

çıt çıt çıt çıt. çay içer misin? hıı ne dedin? çay içer misin kendime alacağım da? yok istemem.

müzik açsaydım. istediğin bir tür var mı? yok
çalayım mı? farketmez.
çalmayayım mı? nasıl istersen.

heyyooooo. kafan nerede allah aşkına?

burdayım ya. çıt çıt çıt.

peki bana müsade.kitap okumaya gidiyorum, sana iyi geceler.

ayçekirdeğin ve neyle dolu olduğunu bilmediğim kafanla seni başbaşa bırakayım....

07 Ekim, 2010

DOĞMALI MIYDIM?

ımm. etrafım suyla çevrili. nerden düştüm buraya ben? kimse bana sormadı buraya gelmek istiyor musun diye? ne garip bir uğultu bu böyle. ne güzel de yüzülüyor burada. çok eğlenceliymiş. takla atabiliyorum, sağa sola dönebiliyorum. ters takla atmayı deneyeceğim şimdi. bu da ne? bir şey dolandı boynuma. beni besleyen yemek kordonu şimdi beni boğmaya çalışıyor. bir dakika geri hareket yapacağım hopp kordon boynumda çıktı. off rahatladım. biraz sakin durayım şimdilik. hey bir ses ne kadar melodik. kadın sesi. ama bu ses dışarıdan geliyor. benim suyumdan değil. acaba haberi var mı benden? beni istiyor muydu? ne kadar kalacağım ben burada daha? babam kim acaba çok merak ettim.
hey ne güzel bir besin bu. şimdi daha da mutlu oldum. ne yedi acaba? sesi de çok keyifli geliyor. belli daha benden haberi yok. ona şimdi haber göndereceğim. ama ben dışarı çıkmak isteyip istemediğimi bilmiyorum. o anneyi babayı isteyip istemediğimi bilmiyorum. kardeşlerim var mı acaba? uff ne zor bu böyle. annem çok istekli ama o da benim nasıl olduğumu bilmiyor. biraz daha düşüneceğim. acaba ona zarar vermeden nasıl geri dönebilirim?
buldum, buldum . yerimi değiştireceğim. büyümem gereken yerde olmayacağım. evet doğmak istemiyorum, büyümek istemiyorum. o anneyi babayı istemiyorum. geldiğim yere dönmek istiyorum.
biraz ilerde karanlık bir bölge var. neresi acaba orası? ama gitmemem gereken bir yer gibi duruyor. tamam uff ne zormuş daracıkta bir yer, şimdi bir gayretle balıklama atlayacağım oraya. hopp beni başka biri çağırmaz artık umarım. ama kadına zarar vermedim umarım.
bakalım neler yapmışım..

kadın birden iki büklüm oldu. sabahın körü daha. işe gitmek için hazırlanıyordu tam o sırada. tuvalete gitti. kıpkırmızı işiyor. sesinden çok acı çektiği belli. eşine sesleniyor. ne oldu sabah sabah? hemen hemen beni acile götür. karnımdan çıkmak isteyen birşey var. hey bu sadece çiş değil. kanama ölesiye bir kanama. ped işe yaramayacak. banyo havlusuna sarılıyor. ama yürüyemiyor. eşi kucakladığı gibi hastahaneye.
salak doktor anlamadı daha. panikte. sabah sabahta nerden çıktı bu şimdi diye düşünüyor. hamile misin diye sordular. cevap hayır, tedavi sürecinde. kan tahlili, serum bağlamaca. evet şimdi haberleri oldu benden. şimdi de yerimi öğrensinler bakalım. ultrason da işe yaramayacak. ne beyinsiz bu doktor. sonunda kadının jinekoloğunu aramak akıllarına geldi. o gelip görecek kadını. yönlendirdi. benden bir parça almayı deneyecekler. herhalde başarılı oldum. tüpün birine girmişim. kadını zehirlemeye başlamışım. umarım kadına zarar vermemişimdir. kadını uyutmadan parça alıyorlar. hangi devir bu? sene kaç? birisi özel hastahane diyor. uff kadın çok acı çekiyor. canlı canlıyım, kadın cıyak cıyak. acil inliyor.
sonunda aldılar bir parçacık. kadın da nefes alabildi. ama çok kan kaybediyor. benden kurtulmazlarsa kadın da benim yanıma gelecek. neyse kendi doktoru benden kurtaracak. gürül gürül sesiyle hastahaneyi inletiyor. ameliyathaneyi hazırlayın, kadını kaybetmek üzereyiz...

KORKUYORUM

kendimden korkuyorum, hissettiklerimden korkuyorum, insanların söylemediklerini anlamaktan korkuyorum.

sabaha karşı..saat üç..çalar saatin zilinin çalmasına daha dört saat var..niye uyandım ben? ne dürttü beni? biri beni çağırıyor? kim o?
iş yerinde çok keyifli bir gün geçirdim. çıkışta bir saat yüzdüm, eve geldim. annemle telefonla konuştum. çok hafif atıştırdım. kitabımı elime alıp herzamanki saatte uzanmıştım.
sonra dalmışım.
tek başıma yaşadığım evde yalnız bir gece..
pancurlar kapalı..
yağmurun sesini uzaktan uluyan köpek sesleri ile karışık duyuyorum.
bu saatte kimse de aranmaz ki.
bir şey oldu.biliyorum. biri beni yardıma çağrıyor. kim? kim beni çağırıyor?
kalktım, evin içinde deliler gibi dolanıyorum.
televizyonu açtım.bakıyorum görmüyorum.
saat geçmek bilmiyor.
ezan sesini duymak hiç bu kadar sevindirmemişti beni. saat ilerliyordu demek ki.
duşa girdim. sıcak akan suyun altında bir müzik mırıldanmaya çalıştım. neden aklıma birşey gelmiyor?
çıktım. radyoda çalan müziğe kulak kabarttım.
''ı will always love u'' uff ne bayık şarkı bu. insanlar neden böyle şarkılar yapar? söylemek için vakit harcar. benim gibilerin küfretmesi için mi?
sonunda çalar saat çaldı. üzerime forma ettiğim siyah pantolonumla, temizlikçi kadının son ütülediği bir gömleği geçiriverdim. arabaya bindim, en çabuk nasıl geçerim karşıya diye düşünmeye başladım. radyoda da haber yok. vıdı vıdı, başbakan vıdı , muhalefet parti vıdı, sonuç yok..
ofiste kimsecikler yok, güvenliğe açtırdım kapıyı. bir önceki günden kalan işlerimi tamamlamaya çalışıyorum. ama hiç bir şey anlamıyorum okuduklarımdan.
birer ikişer gelmeye başlıyor insanlar. erken gelmeme alışkın olsalarda, suratımı görenler soru sormaya bile cesaret edemeden şaşkın şaşkın bakıyorlar.
sonunda mesai saati başladı. oyalanmaya çalışıyorum. annemi arıyorum. telefon çalıyor. hadi anne aç telefonu nerdesin? zırr, zırr, zırr, zırr ..hadi anne..nerdesin? ve açılıyor. ama açan annem değil, annemin yardımcısı. nasılsın diyorum ama sormak istediğim başka. annem, babam nerede? cevap yok. nerdeler zeliha teyze diye bağırıyorum. kızım sakin ol diyor ahizenin diğer ucundaki. ben geldiğimde evde yoklardı, anahtarla içeri girdim. neden bu kadar telaşlısın diyor? ben telefonu suratına kapatıyorum. neden istanbul'da yaşıyorum ki? kimi aramalıyım? etrafımda hafiften bir kalabalık. asistanım sesleniyor. siz telefondayken biri aradı, kapattım ama acilmiş dedi.evet işte haber geliyor. kim olduğunu bile sormadan bağla diyorum..biliyorum artık. ağabeyiniz hatta diyor. telefonu kulağıma götürmek istemiyorum ..duymak istemiyorum..sanki elime almazsam telefonu haberim olmayacak gibi ya da olanları değiştirecekmişim gibi.. sakin olmaya çalışan sesini sanki anlamayacakmışım gibi bana sıradan cümleler sarfediyor..hiçbirini duymuyorum..çabuk söyle diye bağırıyorum..KİME NE OLDU? sessizlik..hayır daha bir ölüme hazır değilim..lütfen olmasın..onlara en son sevdiğimi ne zaman söylemiştim? ya çok özlediğimi? hani daha birlikte annem, babam, ağabeyim, kızkardeşim tatile gidecektik? abimin de düğün hazırlıkları başlamıştı..hayır ..
kızkardeşimiz diyor...gerisini duymuyorum..duyamıyorum ..çok gençti ..hayır..çok gençti..üniversitede başka şehirdeydi..ne oldu ona? dur tamam hastahanede..otobüs kazası geçirmiş..ben gece onu aldım, buradaki hastahaneye getirdim..seni görmek istiyor diyor..kaza saat 3'te olmuş diyor..ve midem bulanarak yere yığılıyorum..

1+1= 2 GERÇEK Mİ?

Ne olur bana 1+1 toplamının ne ettiğini değil, ne etmediğini anlatır mısınız?

Gerçek ile rüyanın, mantık ile hayalin, söylenen ile söylenmeyenin birlikte yoğrulduğu tüm önerilerinizi bekliyorum..

Hadi beni besleyin..

05 Ekim, 2010

KANIN GÖTÜRDÜKLERİ


cam kırılma sesleri, bir bağırtı, uyanamıyorum..gözkapaklarım açılmıyor..başım dönüyor, kalkmak istiyorum..odamın kapısını açıyorum annem yerde, kan gölünün ortasında, elinde yırtık bir bez kanı temizlemeye çalışıyor..sigara kokusu geliyor..kimden ..görmüyorum..annem çocuk gibi bir şarkı mırıldanıyor..kanlı bezi alıyor yüzüne sürüyor..benim yüzümden deyişini hatırlıyorum..sadece benim yüzümden..o an anlıyorum kanayan annem değil..ağabeyim…ayakta ..boş gözlerle etrafa bakıyor..sağ eli kandan görünmüyor…kanın böyle fışkırabileceğini bilmiyordum..elinden yüzüne kayıyor soran gözlerim..sakin ol diyor bana gözleriyle..bana bir şey olmaz..ve yine gözleriyle annemi işaret ediyor..onu sakinleştir diyor sözsüz ..ona dönüyorum yine sözsüz sen diyorum..beni boşver annem diyor..anlamaya çalışıyorum…anlayamıyorum..neden? nasıl? kim yaptı? bilmiyorum..havlu diye bağırıyorum avazım çıktığı kadar..kardeşimin elime tutuşturup soran gözlerle ne yapacağımı bilmeden aldığım havluyu ağabeyimin bileğine sarıyorum..sendeliyor.. düşme sakın taşıyamam diyorum.. gözkapağını kapatıp açıyor..lütfen lütfen..yardım et diyorum..asansöre kadar sürüklüyorum...her taraf kan içinde asansör kabini..taxi taxi bulmak zorundayım..bağırıyorum...yoldan geçen bir taxi duruyor..içine taşıyoruz o genç kaslı bedeni..ne olur  dayan diyorum.. hiç konuşmuyoruz taxi şöförüyle…hızlı gidiyor.. çok hızlı ..kendi canı pahasına …acilin kapısını görüyorum gözüm kararıyor. ağabeyim kendinde değil ..duruyor taxi..bağrışlar…acilin içine taşıyorlar..taxi şöförü bana bakıyor orta yaşlı bir adam ..yüzündeki acımayı, merhameti unutamam..para diyorum..almamışım aceleyle..kızım ne parası diyor.. ağabeyin iyileşsin sonra bana bir çay ısmarlarsınız diyor…bakıyorum suratına minnetle....seni yalnız bırakmayayım..gel bir tuzlu ayran içelim ..acildeki doktor yanıma geldiğinde nasıl diyorum..iyi kurtulacak..çok güçlü bir bünyesi var..çok kan kaybetmiş..belki kan vermek gerekecek diyor..annem aklıma geliyor..şöför ağabeyimi doktora sana emanet diyor..ve beni hiç sormadan eve götürüyor aynı hızla..annem diyorum..yaşlar süzülürken ..kendinde değildi diye mırıldanıyorum..yukarı çıkıyorum..kardeşim başında elinde peraja kolonya bileklerini ovuyor..sigara kokusunu yine duyuyorum..salonda ..babam ..hiçbir şey olmamış gibi sigara içmeye devam ediyor…ona bakmakla yetiniyorum..kardeşim yanıma geliyor. bozuk plak gibi abim abim diyor…iyileşecek diyorum ..anlatmaya başlıyor...

The night is still young


I`m young enough to see the passionate boy that I used to be
But I`m old enough to say I got a good look at the other side
I know we got to work real hard, maybe even for the rest of our lives
But right now I just want to take what I can get tonight

While the night is still young
I want to keep making love to you
While the night is still young

I`d like to settle down, get married
And maybe have a child someday
I can see a time coming when
I`m gonna throw my suitcase out
No more separations
Where you have to say goodnight to a telephone
Baby I`ve decided that ain`t what this life is all about

While the night is still young
There`ll never be a lovely view

While the night is still young
I want to try to make the world brand new
While the night is still young

Rock and Roll music was the only thing I ever gave a damn about
There was something that was missing but I never used to wonder why
Now I know youre the one I need to make things right again
And I may lose the battle but youre giving me the will to try

While the night is still young
There`ll never be a long lovely view

Because the night is still young
I`ve got a lot of catching up I`ve got to do
While the night is still young
While the night is still young

While the night is still young
I want to try to make the world brand new

While the night is still young
I want to keep making love to you
While the night is still young
While the night is still young
The night is still young ?????
While the night is still young
I`ve got a lot of catching up to do
While the night is still young
Hold on, hold on, hold on
While the night is still young

TED-Elif Şafak

Elif Şafak bu kadar medyatik olmazdan önce radarıma girenlerdendi. Neler yazmış acaba diye içimdeki ''meraklı'' çocuğumun merakını gidermeye yönelik çabalarımdan hakkını almıştı. Siyah Süt hariç hepsindeki üslübu, kurgusu, farklılığı, beynin çalışma biçimini beğenmişimdir.

Bloğa taşıma nedenim ise bambaşka aslında. İki senedir takip ettiğim TED ( technology, entertainment, design) sayfasında karşıma bir Türk'ün çıkmasıydı.

Gerçekten gurur duydum. Kendini, yaşadıklarını, bu ülkede kadın bir yazar olmayı içtenlikle ve rahatlıkla paylaştığı için.

Bu memlekette yazabilenlerin konuşamadığını, konuşabilenlerin yazamadığı gerçeğini kabul edip, bu sıradışı konuşmayı keyifle dinledim.

ARTIK ÖĞRENDİM 2

Kavga etmeden konuşmayı, sabırlı olmayı.
Ayran gönüllü aşklarla, ayran gönüllü işlerin yürümeyeceğini.
Öfkeyle aceleyle karar vermemeyi.
Gönlüm Mevlana, kafam John Lennon, mizacım Jack Nicholson, ruhumun Indiana Jones olabilmesini
Her kadının içinde bir de yaramaz bir kadın olabildiğini.

Ne bedenimden, ne ruhumdan asla utanmamayı.

Kendimi sevmeyi.
Yaratıcılığa kafa yormayı
Özür dileyebilmeyi.
Kinden arınmayı.
Söyleminde de yaşamında da samimi olmayı.
Sıra dışı olduğum için taş atanlara teşekkür etmeyi.
Mutlu günümü paylaşanları dost bilmeyi.
Ve hepsi bir yana:
HERŞEYE RAĞMEN NEFES ALMAYI