26 Kasım, 2010

HAYAL Mİ?

''40 yaşımı San Francisco'da kutlamayı istiyordum, geçen sene gittim, başka da hayalim yokmuş'' dedi gencecik kadın serumla bağlı eliyle sarı kıvırcık saçlarını düzeltip, bağlı yatağında kıvrılarak.
çok değil iki ay önce cıvıl cıvıl olan kadını öyle görmemek için hastahaneye gitmeyi ertelemiştim. sanki beni görmese ... sanki görmese ölüme kendini hazırlamayacakmış gibi... çocukça bir düşünce... batıl bir inanç...aptalca bir duygu.. görünce bana son bir veda etmesini istemiyordum belki de.. ama hasta yatağından beni sorunca, dayanamayıp ertesi gün sabahtan soluğu sanki tüm memleketin insanlarının doldurduğu devletimin hastahanesine attım kendimi...
''nerelerdesin?'' diye sormadı bile. nedenini ikimizde çok iyi biliyorduk. sadece var gücüyle bastırmaya çalıştı...''bugün daha iyiyim, hiç ölüme bu kadar yakın hissetmemiştim kendimi. ve doktorun bana hayal kur dediğinde hiç hayalimin olmadığını anladım. nefesim bitiyor. ne düşüneceğimi bilmiyorum. San Francisco resimlerimi gördün mü? tek hayalimdi, orada kırkıma basmak. yaşandı ve bitti. başka da hayalim yok.  bittim...annemin üzülmeyeceğini bilsem, hiç tedavi istemeyeceğim.''
ben susturmaya çalıştıkça, içindeki en son nefese kadar aklındakileri kusuyordu...hayatımı, işleri sormayı ihmal etmeden ''uzun sürmemesi için dua ediyorum.''

24 Kasım, 2010

TABURELİ KADIN

hergün elinde taburesini koyduğu karton bir çanta ile, her seferinde farklı bir şiir kitabı ile görürdüm ellili yaşlardaki kadını. her halinden gezmiş, görmüş, biriktirmiş birinin izlerini anlamam çok uzun sürmedi. karşılaşmalarımızdaki hafifçe selamdan öteye gitmeyen başını mağrur bir şekilde eğmesiyle anlayabildiğim yaşam belirtisi, nefesinden de öteye geçmişti benim için.
itinayla hazırlanıp hergün aynı saatte ... kitaplarıyla nereye gittiğini soramayacak kadar da mesafeliyiz. içimdeki meraklı çocuğu her seferinde susturabilmeye çalışmaktan yorgun düşen yine ben..
o gün her zamankinden daha da özenliydi ahşap tabureli kadın. ve gözlerinden bana anlatacakları olduğunu biliyordum. sessizce yapılmış bir anlaşma gibi. apartmandan birlikte içeri girdik. beni davet bile etmeden daha önce hiç gitmediğim evinin olduğu kata bastı benim bulunduğum katı geçerek. apartmanda ahşap kalmış tek kapıyı çıkarken kilitlemeye zahmet bile etmeden açtı. salonu yine gözüyle işaret ederek mutfağa geçti. ben hissettirmeden salona incelerken elinde gümüş bir tepsinin içinde iki incecik porselen fincan ile çıkageldi.
ne kadar oldu biliyor musun eşim öleli? kafamı hayır anlamında sağa sola salladığımda, eline aldığı kahve fincanına üşürmüşcesine ellerini sararak, gözlerini camdan dışarı bahçedeki yapraklarını dökmüş ağaca sabitleyip, kelimeler tane tane ama bir çırpıda dökülüverdi ağzından..

üniversitede tanıştık, biter bitmez evlendik hiçbir aile baskısı olmadan. çok okur, çok paylaşırdık. herşeyi birlikte yapardık, o benimle mutfaga girer, ben onunla ayakkabılık tamir ederdim. o yoğunlukta çalışırken ilk çocuk, paramızı idare eder durumdaydık. ev mi alsak derken sonraki sene ikinci çocuk. sağlıklıydılar, karı- koca çalışıyorduk. zaten başka bir yol da bilmezdik ki...
çocuklar büyürken ben de her zamankinden daha yorgun ve sinirli oluyordum. ilk çocuğumuz ilkokula başladı, eşim de iş, para, sosyal çevre derken daha az görüşür olduk. ve bir gün damdan düşer gibi  ''aşık oldum'' dedi, ''aynen sana üniversitede olduğum gibi.'' seni çok seviyorum ama aşık değilim. tek söylediğim ''çocuklara anlatmadan önce bir kere daha düşün ve şimdi evden git'' oldu.
evden gitti, cocuklara hemen söyledi, kız assistanıymış zaten. aradan bir sene geçti, haberi geldi, kansermiş. iki ay içinde de öldü. mezarını yaptırdım ve üzerine benimle evlenmeden önce onun bana yazdığı dörtlüğü mezar taşına yazdırdım. SONSUZA KADAR...
ve yalvarıyorum allahım beni de yanına gönder diye..

boğazım düğüm düğüm oldu, konuşamadım bile...kendimi evime zor attım..

Laiklerin Türbanı

saat 15:00 civarı hiç geçmemiştim bebek'ten. toplantım bitti, taksi beklerken namı değer barımızın önünden geçip kapı önündeki masalara yayılmış tüm kadınların sarışın ya da kızılşın olduğunu görmek bana tekrar sevgili Mutlu'nun tarifini hatırlattı.

laiklerin türbanı çakma sarışınlık...

allahım neden bir tornadan çıkmış gibiyiz?

neden esmer derilerimize bakıp bu kendimize yakışır mı diye sormayız?

neden o saç o renk olmadan kendimizi KADIN gibi hissetmeyiz?

''o kafanın içinde fındık kadar beyin var mı?'' diyen erkeklere şimdi hak verilmez mi peki?

ya da türban takanların ''siz de tek tipsiniz aslında'' demelerinde hak yok mu sizce?

Tefe yetmeyecek kıçının derisini davula germe....

uff iyice ağzım bozuldu, nedendir bilinmez, akıma ne gelirse yazdığım için olabilir mi? ya da okuyunca aklıma düşenler..

kredi kayıt bürosu kredi kartı kullanım oranlarını açıklamış. ve ödenemeyen kart borçlarını... rakam verip kafa ütülemeyeceğim, isteyen gider haberi bulur. düşünsenize ahali de para yok ama kart var, para yok ama istek var...

sonra neymiş efendim büyüyormuşuz. gsmh (gayri safi milli hasıla) ne durumda biliyor muyuz?

birileri bana kredi kartı kullanımını anlatır mı lütfen? ya da gerçeği tüm açıklığı ile ilkokul çocuğuna anlatır gibi olsun lütfen...

halk arasında buna ne derler? cevap: bknz başlık)

23 Kasım, 2010

Kurk Mantolu Madonna- Sabahattin Ali


kurk mantolu madonna by sabahattin ali.

bakanlık imaj düzeltmek içün ünlü yazarın kitabının senaryosunu seçiyormuş.

daha iyi bir seçim olur muydu bilmem ama..yazarın ölüm nedeni hala bilinmiyor.
tanıtım yazısını düşünebiliyor musunuz? 

senaryosu XXX kitaptan uyarlanan kitabın yazarın ölüm nedeni hala mechul...

TEKRAR NE ZAMAN GELECEKSİN?

''tekrar ne zaman geleceksin?'' nasıl da masumca sorulmuş bir soru. sorana göre değişen masumlukta. 12 yaşında tırnaklarını dibine kadar yemiş, kupkuru ellerinden utandığı için onları bacaklarının altına sıkı sıkı saklamış, ince dudağının sağ tarafındaki kabuklu sivilceyi alt dudağıyla kapatmaya çalışırken sorduğu soruydu. ruhundan geçenleri anlamama imkan var mı acaba? ya da acısına biraz da olsa ortak olabilmem? ya da ona anne ve babasının seçemeyeceği gerçeğini kulağına fısıldayabilmem...

çocuk esirgemeye her gidişimde, hangisiyle ilgileneyim derken yanıma ilişip tahta banka en rahat koltuğa oturur gibi oturan ve gözleri ile konuşan sıska kız. ben erkeklerle basketbol oynarken çağırıp, ama gelmeyen kız..

yeni gelmiş bu kuruma. ailesi hayatta. tek şikayeti kitap okumak için sessiz bir ortam bulamaması ve okuduğu kitapları tartışacak kimse bulamaması. bu kız şu anda üç kitabı aynı anda okuyor. charlie'nin çikolata fabrikası, kemalettin tuğcu'dan biri (hala ortalıkta var mı?), ve kafka dönüşüm...kafka ...dönüşüm..ben lisede okurken bile çok zorlanmıştım, ilkokulda bir cocuktan bahsediyorum. gregor'un böceğe dönüşmesini karnıma yumruk yemiş gibi hissetmiştim.

cocuklarımın kurumdaki kardeşlerine ihtiyaçlarına, cinsiyetlerine göre tek tek aldıkları, paketledikleri hediyeleri onları rahatsız etmeden dağıtmanın yolunu sorduğum, dönüşüm'ü okuyan kızın giderken sorduğu soru kafamda yankılanıyordu?

''TEKRAR NE ZAMAN GELECEKSİN?''

Hulda ile tanıştım sonunda...

HULDA::::sonunda tanıştım hulda'yla. koç müzesinin yanına demirlemiş, mütevazi, üretkenliğe gebe, yaşanmışlığın mutluluğu üzerinde, istanbul'a varabilmenin huzuruyla, üzerindeki sergilediği beş adet heykele ev sahipliği yaparken beni ağırladı...hayatıma daha doğrusu aklıma girdiğinde ben sadece ''teknede yaşamı'' merak eden, biraz sanata bulaşmış sıradan bir insandım. ne zaman hulda'ya adım attım o zaman İLHAN KOMAN'ı daha iyi anladım...o ne cesaret ..o ne azim...o ne yaratıcılık..

çocukları ile teknede yaşamı göze alacak kadar kara...onları eğitecek kadar kalbi sevgi dolu..
ve sadece akdeniz heykeli ile bilinen sanatçı...lütfen biraz kabuklarınızdan kafalarınızı aynen meraklı bir çocuk gibi çıkarıp, deha olarak adlandırılan bu topraklardan çıkan bir Leonarda da Vinci'yi yakından tanımaya çalışın. bilim ve sanat nasıl ayrılmaz bir bütündür? insan beynininn sınırları nerede başlar, nerede biter? sonsuzluk aslında nerede?
benim favorim ise DERVİŞ adlı tek parça ahşaptan yapılmış, 40 ayağı olan ve eğimli bir zeminde hareket edebilen bir heykel...

22 Kasım, 2010

CENAZE NAMAZININ ARDINDAN


siyaset olmayacak demiştim başlangıçta, ama buna yorumsuz kalamazdım. üçünün de bana başsağlığı dilediği bir ortamda, siyasilerin böyle bir kareye girmesi aslında hayatın acı gerçeklerine karşı (birleştirici mi demeliyim) nasıl bir güç olduğunu tekrar hatırlattı.

zoraki de olsa bir tokalaşma, yüzlerden inmiş birer maske ve taziye...
bu karede olmayan bir doğu kökenli milletvekili, yine bir vali..

ve aklımdaki fotoğraf.. cocukluğumu geçirdiğim şehirdeki tek mezarlıkta, din -mezhep ayrımı olmaksızın bütün cenazelerin aynı mezarlıkta hatta üstüste gömülü olduğu gerçeğini bilerek hayata devam etmek..insanca...

11 Kasım, 2010

YAKINLARINIZIN CENAZELERİ İTİNAYLA..

YAKINLARINIZIN CENAZELERİ İTİNAYLA HAZIRLANIR, MEZARLIKLARINIZIN DÜZENLİ BAKIMI YAPILIR...

beyaz brandanın üzerinde kalın büyük puntolarla yazılı afiş hergün geçtiğim mezarlığın demir parmaklıklarına dört bir yanına çamaşır ipiyle gerdirerek asılmış. ne olur bir daha okuyun baştaki cümleyi..

cep telefonlarınızı yazmayı unutmuşsunuz yaptığınız hizmetin karşılığını almak için. yabancı özentiliğimizin buraya varacağını hiç tahmin etmemiştim. cenaze işleri, baby shower (ben buna önden hediye toplama derim) gibi hayattaki en önemli olayları sözümona kolaylaştırıyorlar.

ruhsuz ben de cep mesaj ile tanımadığım insana İTİNAYLA hizmet vermesi için hizmetinin karşılığını BİP BİP mesajla göndereyim. OLDU. cenazem hazırlansın, defnedilsin, üzerine çiçekler ekilsin, ben de manikürlü ellerimle taziyeleri kabul edeyim. arasırada arsızca biten otlar temizlensin..

ruhu ruhuna değmemiş birisi bunları yapacak...anlamsızca, hissizce, sıradan bir iş yaparcasına...

ruhumuzda giderek bez afişteki tanıtım sloganına dönüyor...

02 Kasım, 2010

Irwin Yalom/ When Nietzche Swept

Kendime aldığım notlardan. Irwin Yalom'un okuduğu  ve bende bağımlılık yapanlardandır.. Nietzche Ağladığında ilk okuduğum romanlarındandır..sonrasında Divan, Aşkın Celladı, Her Gün Biraz Daha Yakın, Bağışlanan Terapi, Ölüm Korkusunu Yenmek, Annem ve Hayatın Anlamı.



Ben yalnızca tek bir şey için görev sözcüğünün söz konusu olabileceğini düşünüyorum; o da özgürlüğümün korunması. Evlilik ve ona eşlik eden mülkiyet ve kıskançlık ruhu tutsak eder. Bunlar bana hakim olmaz.

Yaşamımın bir niçini var, nasılına da tahammül gösterecek güce sahibim.

Gerçeği inanmayarak ve kuşku duyarak yakalayabilirsiniz, böyle çocuksu bir tavırla "keşke öyle olsa" diyerek değil.

Kutsal olan gerçekler değil, kişinin kendi gerçeği için çıktığı arayıştır!

Ölüm güç bir şeydir. Ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır, diye düşünürüm her zaman.

Düşünceler, duygularımız gölgesidir; ama her zaman daha karanlık , daha boş ve daha sade. Şu günlerde kimse ölümcül gerçeklerden ölmüyor, öyle çok panzehiri var ki.

Kibir ruhu kaplayan deridir.

Gerçeğin ne kadarına dayanabilirim.

Size düşen görev kendinizi kabullenmenizdir, benim sizi kabullenmemin yollarını aramak değil.

Yaratıcılık ve keşif acıda saklıdır.

Hayat doğru cevapları olmayan bir sınav.

Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.

Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?

Eğer kimse sizi dinlemiyorsa, bağırmak en doğal şeydir!

Tabii acı çekeceksin, görmenin bedelidir bu. Tabii için korkuyla dolacak, yaşamak demek tehlike içinde olmak demektir. Daha sertleş!

Gerçekten ulu olmak isteyen ağaç fırtınalı hava ister.

Gördüğümüz şeyler görelidir, bildiğimiz şeylerde. Yaşadığımız şeyleri biz icat ederiz. Dolayısıyla icat ettiğimiz şeyi yok edebiliriz.

Chuck Palahniuk /Fight Club, Invisible Monsters


 

We're the middle children of history, man. No purpose or place. We have no Great War. No Great Depression. Our Great War's a spiritual war... our Great Depression is our lives.


It's only after we've lost everything that we're free to do anything.
 

This is why I loved the support groups so much. If people thought you were dying, they gave you their full attention. If this might be the last time they saw you, they really saw you. People listened instead of just waiting for their turn to speak. And when they spoke, they weren't telling you a story. When the two of you talked, you were building something, and afterward you were both different than before.


If you could be God's worst enemy or nothing, which would you choose?



You can't base your life on the past or the present. You have to tell me about your future.


When we don't know who to hate, we hate ourselves.

 

All God does is watch us and kill us when we get boring. We must never, ever be boring.

İBRAHİM ÇALLI'YI KİM İBRAHİM ÇALLI YAPTI ACABA?

2 yılın sonunda talebesini uğurlarken "İyi gidiyorsun İbrahim" demiş Roben Usta, "...ama yetmez, daha da hızlan...
"Ağaç çizme, kendi ağacını resimle; deniz senin denizin, kadın senin kadının; kullandığın her renkte senin tonların olmalı. Bu yolculuk, bitmez tükenmez cesaret ile dev gibi inatlar ister."
"Dünden kalmış ne varsa öğren, bil ve ona saygı duy. Fakat asla onu tekrarlama. Tekrar tembelliktir; cesaret ve iddia eksikliğidir. Alışılmış ne varsa senin düşmanın...
"Şimdi sen bütün yıldız olmuş ressamları çöze anlaya basamak basamak çıkacak, sonunda sen de yorgun ama huzurla uzanıp bir basamak olacaksın. Ardından gelen nesiller seni de çıkmak zorunda kalacak.
"Bu böyledir İbrahim!.. Sakın ola felanın feşmekanın çizdiği boktan hudutları tanıma, kır ve geç, yık ve git. Sanatkârın kanunu kendisidir.
"'Halk beğensin' deme sakın, bırak halkı... Hep önde ve yukarılarda ol. Sen ol yani...
"Bir de parayı düşünme; işi güzel olanı, para arar ve bulur.
"Kimsenin çizmediğini çizecek, kimselerin düşünemediğini düşüneceksin. Kendine has fevkalade orijinal bir rüzgâr, bir karakter yakalayana kadar bin kere kahrolmalı, on bin defa mahvolmalısın. Gün gelmeli, imzan olmasa da 'İşte bu İbrahim'in eseri' diyebilmeliler.
"Her gördüğün resme 'Ben daha mükemmelini yaparım' diye bakacaksın. 'Benden iyisi yok'. Senin ana kanunun bu olmalı.
"Bu konuşan ağzım değil, son 40 yılımdır."